Dost’tan Yetim Kalmak

Demek ki dosttan da yetim kalınırmış… 60 yıla yaklaşan bir dostluğu anlatmak, benim yaşımda oldukça zor. Hafıza rekâket ile mâlûl. Bir metin inşa etmek için de zihin gayreti yetersiz. Dostundan yetim kalan gönül ise fevkalade melil. Bu dostluğa tarih düşme gayreti ile hafıza zembereğimi alelacele kurdum. Hafızamın kuytularına ne kadar ulaşabilirim bilmiyorum. Belki sistematik bir yazı olmayacak. Mezkûr zemberek ön şuura ne gönderirse bahtıma deyip yarım asrı aşan bir yolu kat etmeye çalışacağım.

Mehmet Doğan adını ilk defa Hareket Dergisinin muhtemelen 60’lı yılların sonundaki sayılarından birine gönderdiği bir şiirinde görmüştüm. ”Olumsuz” adlı bir şiirdi bu. Sonrasında gönderdiği her şiir dergide yer aldığına göre şairlik vasfı kayda değer bir seviyeyi işaret ediyordu diye düşünüyorum. Şiirle başlayan tecrübe yazı alanlarında karar kıldı. Mehmet’in ilk nesri bir dizi inceleme idi. Türkiye’de Toprak Meselesi-I Toprak Reformu ve Aydının Yabancılaşması… Bu dizi “Cumhuriyet’ten Sonra Toprak Meselesi – I Devrim Dönemi – 1923 – 1934” ile devam etti. Arada Halil Kaleli müstearı da yazıları ile dergiye omuz veriyordu. Bu yılların Hareket sayılarında Ankara’dan; Niyazi Adalı, Ali Birinci isimleri de yer alıyordu. Mehmet, Siyasal Bilgiler Fakültesi bünyesinde kurulan Basın Yayın Yüksek Okulunda, Ali Birinci ve Niyazi Adalı ise SBF’de okuyorlardı. Niyazi Adalı, Osman Yüksel Serdengeçti sigasında, modern Ankara’yı eleştiren lirik yazılar yazıyordu. Bir gün Ali Birinci Dergi çevresi ve hususen Nurettin Topçu Hoca ile tanışmak için İstanbul’a Divan Yolu Ersoy Han’da mukim dergi idarehanesine geldi. Hoca ile konuşurken dergi yazarı arkadaşları Mehmet Doğan ve Niyazi Adalı da sohbet konusu oldu.

Hoca, Mehmet’in adının önündeki “D” harfine öyle bir vurgu yaptı ki hepimizi güldürdü. İçindeki şairlik cevheriyle yazılarının hemen hepsi deneme türüne müsemma yazılar olarak vücut buldu. Tahlil, tasvir, tenkit, kronik ve fikir ihtiva eden, bir üslup mükemmeliyeti ile edebilik vasfında temayüz eden yazarlık tecrübesi. Çabuk, kolay, muhtevalı yazma melekesine daha yazarlığının ilk yıllarında ulaştı. Her kelam ve vaka onda bir fikir zembereğine dönüşür, ruhunu tutuşturur ve bir yeni esere inkîlab eder. Mehmet, adeta münşi doğmuş. Derin vukufiyet kesbettiği Türkçenin mantığı, düşünme tarzı ile nesrini, erken vazgeçtiği şiirle de tahkim ederek, özentisiz ve zorlamasız, tabii ve estetik bir üslupla taçlandırmıştı. Yazarlığı, günlük hayatının bir rüknü olarak süreklilik ve disiplin ile bir tabiat halinde yaşadı. Yazarlığın en zor tarafı olan, samimiyet, onun yazarlığının en belirgin şiarı oldu. Yazılarında “asla kelime fikrin önüne” geçmedi. İhtirasının mesnedi, istikameti onda yaratıcılık, cehd ve vicdan meşguliyeti halinde tebarüz etti. Entelektüel hüviyet, vicdan hassasiyeti ve ruhi derinlik, şahsiyetini temellendirdi. Dilimizin altın kitabına, o kitabı zenginleştiren sayfalar kattı… Dilimizin meselelerini âlimane bir nüfuz ile ele aldı. Dilimize karşı ideolojik, tasfiyeci anlayışı mahkûm eden “Yüzyılın Soykırımı” gibi eserler yazdı. Buna mümasil diğer eserleri: Dil Kültür Yabancılaşma, Bir Lügat Bulamadım, Devlet Sözlük Yazar mı, Kelimelerin Seyir Defteri… Hazırladığı Büyük Türkçe Sözlük en çok baskı yapan ve en kullanılışlı sözlüklerden biri olma özelliği yanında fevkalade ihatalı bir eser. Bu eseri üzerinde ilk baskısından itibaren, hemen her gün aralıksız (kendi ifadesine göre günde en az iki saat) bir çalışma maratonu ile hayatının anlamı olan faaliyetini sürdürdü. Sözlük çalışmasının öncesinde Dergâh Yayınları Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisinin, daha sonra da Aile Ansiklopedisinin Yürütücüsü ve yayın yönetmeni oldu. * Heccâvâne bir mizaca sahipti… Hiciv ve mizah en sevdiği zekâ oyunuydu. Ama bu hali, bütün diğer heccavlar gibi onun da çevresinin, haklı-haksız kesif bir düşmanlık bulutları ile sarılmasına sebep oldu. Yine de diyebilirim ki hicvinin ve mizahının mazmunu tamamına yakın bir oranda hamakat, sadakatsizlik, kopukluk ve hainlik idi… Müstahkem fikir kalemizin usta mimarlarından biri oldu… Bu granitten kalenin yiğit muhafızı olarak kalemini kılıç gibi kullandı. Zaman-zaman da hicvin ateşten kırbacına sarıldı. Bu heccavın vicdan fırtınaları onu tehlikeli sularda dolaştırdı. Fenalığı ve menfi her türlü hali tezyif ile iyiye, doğruya istikametin risklerini delikanlı bir eda ile göğüsledi… Mizahında ise fikir ve düşünce derinliği ile mesuliyet hissinin muzip, ama engin bir dalgalanışı vardır. Tarih ve dil şuuru onun sarsılmaz imanının mütemmim rükünleri gibidir. Bu mizah ise onun kaleminde kendi iç dünyasından başlayarak çevresini aydınlatan, geleceğe ışık tutan bir meşaledir. Halil Kaleli de bu meşale tutucunun sembol ismidir. Bütün bunlara ilaveten, mizahı diyebilirim ki şaka iptilası gibiydi. Ikınıp-sıkılmadan tabii bir seyir halinde, iddiasız zuhur eden bir haldi. * Hemen ülkemizin her yerinden aldığı davetlerle sohbet toplantıları, seminerler ve verdiği konferanslarla kültür misyonunu sürdürdü. Ülkemizde ilk defa TYB bünyesinde oluşturduğu yazar okulu marifetiyle yazarlık vasfının ne olduğunu geniş kitlelerin anlamasını sağladı. Kültür projelerindeki yaratıcılığı, projelerine süreklilik kazandırma gayreti, işlerindeki takipçiliği, en belirgin vasfı idi. Radyo-Televizyon programcılığı; metin yazarlığı, senaristlik, danışmanlık olarak göz doldurmuştu. Dokuz yıl süren RTÜK üyeliği, Gazete yazıları (Fıkra), bütün bu aşkın cehd ve gayretler ona hak edilmiş marufiyetin altın kapılarını açtı. * Kalecik… Bir küçük şehir… “ Eğin dedikleri bir küçük şehir” o canım Eğin türkülerinden biri böyle başlıyor. Anadolu’da bu kabil şehir kavramına bihakkın sahip olan küçük şehirler arasında Kalecik adı pek geçmez. Ancak Ankara’nın; bütün ilçeleri arasında, tarihilik ve şehirlik vasfını haiz küçük şehirlerden biri de Kalecik’tir diye düşünüyorum… İtalo Calvino’nun “Görünmez Kentler” adlı kitabını okurken, artık görünmez olan bu şehirleri düşünmüştüm. Şimdilerde bu yerlerin sakinleri yaşadıkları ya da doğup büyüdükleri bu zeminleri “ilçe” ya da “kasaba olarak tavsif ediyorlar. Kimse bu yerlere şehir vasfını yakıştıramıyor. Eksik bir asabiyet hali ve garip bir kompleks ile sosyolojik ve coğrafi olarak şehir kavramını anlayamıyorlar. Kalecik’in yakınındaki Kırıkkale, birdenbire suni olarak büyüdü, kalabalıklaştı il oldu ama hakiki manasıyla şehir olamadı. Kırıkkale yanı başında büyüyüp kalabalıklaşırken, Kalecik görünmez oldu. Öyle ya “Görünmez kentler sonsuzlukta, çoğullukta ve tarihsiz bir zamanda yaşanan, bir kimlik krizidir.” Mehmet Doğan Ankara’nın Erzurum Mahallesinde mi doğdu yoksa Kalecik’te mi doğup büyüdü, bunu hiç merak edip kendisine sormadım… Ama bu iki şehri birlikte temessül ve idrak edip ruhunu ve maddesini böylece inşa etti diye düşünüyorum. Ankaralılık asabiyeti; Doğan’ın toprak ve medeniyet tasavvurları üzerinden ruh ve vicdan imbiğinde şekillenmiş, aidiyet tezahürüdür. “Ömrüm Ankara”; Mehmet’in insan ömrünü, tarihilik ve ebedilik ekseninde manevi bir zaman........

© Maarifin Sesi