Sessizlikle biten bir anlatı: Kızlar ve Oğlanlar

Apaçık Radyo Kulis Sesleri’nde Oyun Atölyesi tarafından sahnelenen “Kızlar ve Oğlanlar”ın oyuncusu Özlem Zeynep Dinsel’le konuştuk.

“Bu bir trajedi ama salt bir trajedi izlemiyoruz. Kadının hâlâ nefes alıyor olması ve bu hikâyeyi paylaşabiliyor olması onun hayatta kalma çabasını ve cesaretini gösteriyor.”

Kızlar ve Oğlanlar ne anlatıyor bize?

Aslında bir kadının trajik bir hikâyesini dinliyoruz. Bu bir anlatı; tek kişilik bir oyun. Tek kişilik oyunların genelde interaktif olduğuna dair bir algı var. Bu oyun interaktif değil. Ama o günkü seyircinin ruh hâline göre değişebilen bir oyun. Çünkü anlatılar aslında seyirciye anlatılıyor; sahne üzerindeki oyuncunun partneri seyirci. Dolayısıyla seyircinin o günkü enerjisi çok önemli. Zaman zaman interaktif anlar olabiliyor ama oyun genel itibarıyla interaktif değil.

Hikâyede ise bir kadının başından geçen trajik bir olayı dinliyoruz. Erkek şiddetine dair bir hikâye bu. Çok yaşadığımız, çok bildiğimiz bir hikâye. Ama farklı bir yerden ele alınıyor, farklı bir kurgusu var. Dolayısıyla sadece bir trajedi izlemiyoruz. Eğlenceli başlayan bir oyun bu. Kadının kendi geçmişini anlatmaya başladığı, eğlenceli tarafları olan bir hikâye gibi açılıyor. Sonlara doğru ise yaşadığı trajik olaya geliyoruz.

Hep “nasıl bir karakter?” diye soruluyor. Böyle bir hikâyeyi anlatabilmek, bu hikâyenin ardından nefes alabilmek bile cesaret ister. Oyunda da böyle bir cümle var. Benim için bu kadının hâlâ nefes alıyor olması ve bu hikâyeyi paylaşabiliyor olması, onun hayatta kalma çabasını ve cesaretini gösteriyor. Sağlam bir karakterden, çok ağır ve erkek şiddetine dair trajik bir hikâye dinliyoruz.

Dennis Kelly'in metni çok yalın ama çok da sert bir metin. Sizi bu oyunu oynamaya ikna eden neydi?

Maalesef ülkemizde çok yaşanan bir hikâye olduğu için… Bu oyunla ilgili verdiğim röportajlarda ya da oyun sonrası soru-cevaplarda “ülkemizde yaşanan bir hikâye” dediğimde, seyircilerden genelde “Dünyada da yaşanıyor” uyarısı geliyor. Elbette dünyada da yaşanıyor. Biz kendi ülkemizi daha yakından bildiğimiz için buradan bakıyoruz.

Bence bu şiddetten korkuyor olmak da insanı bilinç dışı bir şekilde bu hikâyeleri anlatmaya itiyor. Oyun tercihlerinde, size tanıdık gelen ya da sizi korkutan şeyler etkili oluyor. İlk teklif geldiğinde tek kişilik bir oyunu tecrübe etmek istiyordum ama zamanlamasının doğru olmadığını düşünüyordum. Bu teklif bana dört sezon önce geldi. O dönemde çok fazla tek kişilik oyun vardı; hâlâ da var. Bunun pandemi sonrası koşullarla, ekonomik şartlarla ve biraz da bireyselleşmeyle ilgili olduğunu düşünüyorum.

Tek kişilik oyunların maddi olarak daha az masraflı olması da insanları bu tarafa itiyor. Ben bunu hem istiyordum hem de “şimdi değil” diyordum. Ama teklif gelince, madem bir gün yapmak istiyorum, o zaman önce tek kişilik oyun olmasına onay verdim. Metni okuduktan sonra, bir kadın olarak bana çok dokunan bir tarafı olduğunu fark ettim. Bu kadının hikâyesine sahip çıkmak istedim. Ayrıca bu hikâyeyi anlatırken kadının eğlenceli taraflarını da görüyor olmak benim için çok önemliydi. Bu bir trajedi ama salt bir trajedi izlemiyoruz.

Gerçek bir hayat sonuçta.

Evet, tam manasıyla öyle. Bir gün Bursa’da turnede olduğumuz bir dönemde otelde kalıyordum. Televizyonda bir belgesel izledim; tam da bunu yaşamış bir kadının hikâyesiydi. Kadının hikâyeyi anlatırken ki duruluğu, o sağlam duruşu beni çok etkiledi. “Bundan sonra bir insan daha ne yaşayabilir?” diye düşündüm.

Biz oyunu çalışırken, yönetmenim Muharrem Özcan’la birlikte şuna karar verdik: Asla hiçbir duyguyu kanırtmayacağız. Çünkü bu hikâyeyi anlatabilme noktasına gelmek zaten duygunun en uç seviyesi. Orası artık kanırtılamayacak bir yer. Bu hem çok zor hem de bir oyuncu için çok çekici bir çalışma alanı.

Hikâye başlarda eğlenceliyken, karşılıklı seyirci ile gülerken ciddileşiyor. Sahne üzerinde bunu defalarca oynarken her seferinde bunu canlandırmak, bu dengeyi kurabilmek çok zor olmalı, nasıl oluyor?

Elbette bir çerçevemiz var. Benim oyunculuğa........

© Kısa Dalga