menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Yıldızların karşısında, '70'ler...

12 10
24.09.2025

Size “Barbarella” filmindeki Jane Fonda'yı 40'ıncı yüzyıldan alıp getirmeyi düşünüyordum ki, onun unutulmaz partneri Robert Redford'un ölümü televizyon kanallarında son dakika haberi olarak geçti. Nedense aklıma ilk “Kaçaklar” filmindeki Charlie “Bubber” Reeves ve Anna Reeves gelmişti, filmin öyküsü bu çiftin üzerinden Güney ruhunun ahlâksızlığına dayanıyordu ama maalesef ikisi de Şerif Calder'ı oynayan Marlon Brando'nun müthiş performası karşısında dağılmışlardı. Sonra, “Çıplak Ayaklar” filminden Paul Bratter ve Cori Bratter beni elimden tutup, “111 Waverly Place, Greenwich Village, Manhattan” adresindeki dairelerine götürdüler, bir saat kırk altı dakika boyunca gençliğin romantik büyüsünün gözlerimi nasıl kamaştırdığını daha dünmüş gibi anımsıyorum.

Jane Fonda hakkındaki cinselliğe dayalı zırva yorumları unutun, sadece dünyaya babası Henry Fonda'nın maviş gözlerinden bakan bir haylazdı o, insanın boğazına balık kılçığı gibi takılıp kalıveriyordu, sanırım “Kaçaklar”, “Son Gerçek”, “Fahişe”, “Julia” ve “Eve Dönüş” filmleri beni doğrulamaya yeter de artar. Robert Redford derseniz, “Lânetli Kadın”, “Ya Sen Ya Ben”, “Sonsuz Ölüm”, “Belalı Elmas”, “Bulunduğumuz Yol”, “Belalılar”, “Benim Afrikam” ve “Ahlâksız Teklif”, güzel olmasına güzeller de, benim için “Akbabanın Üç Günü”, “Havana” ve “Atlara Fısıldayan Adam” faklıdır, bu filmlerde oynadığı karakterleri hakiki Robert Redford'a daha yakınmış gibi hissediyorum. Sahi, az kalsın “Jeremiah Johnson” filmini unutuyordum, oysa çizgi roman delileri için önemlidir, uzun tüfekli Jeremiah Johnson'dan Giancarlo Berardi'nin ve Ivo Milazzo'nun bir “Ken Parker” yarattıklarını biliyorsunuzdur, ona Ken Parker olan Robert Redford mu desem yoksa Robert Redford olan Ken Parker mı desem, yıllardır bir türlü karar veremiyorum.

Çizgi roman demişken, “Tex” çevirmenlerinden Zeynep Akkuş'tan geçenlerde babası Erdinç Akkuş ağabeyimizin rahatsızlandığını öğrendim, kendisine buradan geçmiş olsun dileklerimi iletip, ağabeyimize pek sevdiği bir Brigitte Bardot filmini şifâ bahş olması maksadıyla hediye edeyim, “Ve Allah Kadını Yarattı”, çünkü herkesin gençliğinden mutlaka Juliete Hardy gibi bir güzelin akıp gittiğine inananlardanım.

Alain Delon'u ve Brigitte Bardot'yu yarattığı için Allah'a hep şükretmeliyiz, ikisi fiziken de ruhen de güzeldiler, yaşamları boyunca da öyle kaldılar, onlardan başka sinemadan kazandıklarını sokak hayvanlarına harcayan biri var mıdır, bilmiyorum: “Ve Allah Kadını Yarattı” şeker şurubu renginde şıkır şıkır bir filmdir, La Ponche plajına Massif des Maures tepelerinden esen bir rüzgârla inen Juliete Hardy'nin doğallığı hiç de gizemli ve manipülatif değildir, aksine Le Club 55'i ışığıyla yıkayacak kadar sevimli ve güzeldir, çocuk desen değil, kadın desen o da değil, tamam onu yatağa atabilirsiniz ama Johnny Farrell ve Steve Emery rollerindeki Glenn Ford gibi bir hödük olsanız bile Juliete Hardy'yi asla tokatlayamazdınız.

Maalesef insan hep aynı yaşta kalmıyor, otuzlarında ve kırklarında Brigitte Bardot şen şakrak ve şuh bir olguna dönüştürüldü, ancak “Nefret”, “Viva Maria”, “Shalako” ve “Petrolcüler” filmlerinin hislerimi hiç değiştirmediğini, onlarda da sanki Juliete Hardy ile Saint-Tropez sokaklarında karşılaşmışımcasına heyecânlandığımı buraya not düşeyim.

'70'ler benim kuşağım için en fazla Charles Bronson, Alain Delon ve Franco Nero filmleri önemliydi. “Sulhü de Askerler Kazanır”,........

© Karar