Bir zamanlar Kartal’da...

“Rahmanlar 88 yılında çayır çimen, demiryolunun altında Kartal’a kadar sadece bostanlar ve kamplar vardı.”

Adatepe’deki sobalı evimizi kışları bir türlü ısıtamadığımızdan, ‘88 yılında, sekiz aylık oğlumuz, iki koca kafa erkek kedimiz, kırk kadar kuşumuz, hamsterimiz ve birkaç da akvaryum balığımız, ‘91 yılına kadar oturacağımız Rahmanlar’a taşınmıştık. Eşyâmızın büyük kısmı da binlerce kitabımızdı. Bu yüzden bizi Adatepe’den Rahmanlar’daki 79 kapı numaralı Surlar Apartmanı’na götüren ‘48 model yeşil siyah Austin’in kasa kısmının kitap kolilerinin ağırlığından nasıl çöktüğünü sanki dünmüş gibi anımsıyorum. Kasanın sağına soluna astığımız yirmi kadar kuş kafesiyse güzergâh boyunca çocukların tezâhürâtına neden olmuştu.

***

Rahmanlar o yıllarda çayır çimen, demiryolunun altında Kartal’a kadar sadece bostanlar ve kamplar vardı, tren istasyonundaki büfeci Nazımiyeli Binali ve üç yüz metre kadar ötemizdeki Sezereller olmasaydılar, oradaki ilk aylarımızda muhabbete insan bulamayacaktık. Bu da ıssızlığın bir hakikatı olarak karşımıza çıkmıştı. Ev desen dubleks, alt kattaki salonu duvardan duvara kitaplarla doldurunca diğer odalar “boş” kaldı. Eşyâsızlığımızın keyfiniyse en fazla hamsterimiz çıkarıyordu, ne kadar sıkı kapatırsak kapatalım, kafesinin kapısını bir şekilde açıp, firâr ediyor ve bir odaya yığdığımız boş kolilerin arasına veya merdiven boşluğuna saklanıyordu. Kedilerimiz Yumoş ve Cabbar ise işte o vakit işe yarıyorlardı, “Haydi çocuklar, şunu bana buluverin!” dediğimde, birinin alt katta diğerininse üst katta onu aramaya başladıklarındaki kuyruk ve bıyık hâlleri doğrusu çok komikti. Yumoş’un veya Cabbar’ın hamsteri bulmaları asla iki dakikayı geçmemişti, hangisi bulduysa, onun ağzında firârî hamster bize sağ sâlim teslim ediliyordu.

***

Yağışlı ve soğuk havalarda eşimle bostanların arasından yürüyerek Kartal’a inerdik, sâhilden meydana doğru çıkışta soldaki salaş meyhâne ise yeni mekânımız olmuştu, değişmez sipârişimizse bir ufak “Gıravatlı”, palamut tava ve nar ekşili çoban salataydı. Nar ekşisi orada yoktu, yanımızda taşıyorduk. Buzdolabının üstündeki ‘60 model Thomson marka lambalı radyodan masamıza Nihâvend makamından buyur ettiğimiz Zeki Müren ise asıl mutluluğumuzdu. “Gökyüzünde yalnız gezen yıldızlar / Yeryüzünde sizin kadar yalınızım / Bir haykırsam belki duyulur sesim / Ben yalnızım, ben yalnızım, yalnızım”. Yazlarıysa Surlar Apartmanı’nın hemen altındaki Karayolları Genel Müdürlüğü’nün kampına inerdik, oradaki köftenin lezzeti hâlâ damağından çıkmadı.

***

Benim Kartal mâcerâmın, aslında ‘69 veya ‘70 yılında, vaktiyle Alaçam’da “Rus Fatma” olarak bilinen Fatma Kaya’nın çarşıda fotoğrafçı dükkânı açmasıyla başlamıştı dersem, yalan olmaz. Fatma Kaya bizimkilerin Alaçam’dan ahbâbıydı. Ben pederi Ali dedeyi de, annesi Ayşe nineyi de Alaçam’da, mutfaklarının altından küçük bir dere geçen, kuzinenin yanındaki kapak açıldığındaysa ördeklerin vak vak sesleriyle mutfağa çıktıkları şirin evlerinde tanımıştım. Ali dede harpte Ruslara esir düşmüş, orada evlenmiş, ‘33 yılındaysa ailesini Alaçam’a getirmişti. Rus Fatma’nın annesine “Tatar Ayşe” diyenler de vardı, oysa Ayşe ninemiz Tatar’a hiç ama hiç benzemiyordu, bildiğiniz akça pakça Rus kadınlarındandı, elinden Rusça romanların düştüğünü görmedim. Ayşe isminiyse sonradan almış olmalıydı, eminim rahmetli annem biliyordu, ona Ayşe ninemizin asıl ismini niçin sormadım, akıl alır şey değil doğrusu. Söylenenlere nazaran, bizim “Rus Fatma” gençliğinde biraz melankolikmiş, çantasında Rus edebiyatından kitaplar, kız başına Seyir Tepesi’ne yürüyüşler yaparmış. Tam da komünizm korkusunun şedîd yılları, ondan şüphelenilmiş ve Fatma Kaya’yı “Rus casusu” diye altı ay kadar içeri tıkmışlar. Hapishânede “klinik depresyon” illetine yakalanan Fatma’yı tahliyesinin ardından pederi Ali Kaya apar topar şehr-i İstanbulumuza tedaviye göndermişse de, iyileşen Fatma’yı bu defa da Alaçam’ın kasaba atmosferi sıkmaya başlamış. Sonunda “deli” kızlarının ısrarlarına dayanamamışlar, eskiden Kartal Meydanı’na gelmeden evvel, rampanın hemen başında,........

© Karar