Beykoz’da bir Orhan Veli vardı, kurbağalardan korkan...

“Beykoz’un kurbağası hep fazla olmuştur, arkadaşı Muvaffak Sami Onat’a gönderdiği bir mektuptan Orhan Veli’de bir yaşındayken kurbağa korkusunun başladığını öğreniyoruz.”

Mahfilimizden yazar dostum Selahattin Özpalabıyıklar ‘80 öncesindeki Türkiye İşçi Partisi’nin Paşabahçe örgütlenmesini anlatırken, önce burnuma kesif bir cermakcur rayihası geldiğini, sonra da sohbetten kopup Haşmet İbriktaroğlu’nun çilingir sofrasına çöktüğümü söylemeliyim. Siz Haşmet İbriktaroğlu’nun ‘66 yapımı “Ah Güzel İstanbul” filminin kahramanı olduğuna bakmayın, beyaz perdedeki adam, bir şiirinde “Ben telefât-ı âdiyeden / Paşabahçeli Sadri Alışık” diyen rind meşrebin aslıydı, kaybolan İstanbul’dan bize mevrûs kalan belki de son muallimimiz. Paşabahçe’den biraz yüründü mü, Beykoz, orada her şey birden değişiyor, Paşabahçe’nin semâsında 2002 yılına kadar asılı kalan cermakcur kokusunun yerini Beykoz’da sirkeli sarımsaklı paça çorbasına bıraktığından emin olabilirsiniz.

Hayır, Paşabahçe’den öyle zıppadak Sultaniye Hasbahçesi’ne çıkmayacağım, önce biraz ‘30’lu yılların köy içinde nefeslenmek istiyorum. 14 Haziran 1930 günlü Milliyet gazetesinde “Boğaz’ın şirin bir köyü, Paşabahçe” başlıklı ve M. S. imzalı bir haber var, muharrir o haberinde, “İskeleye çıktım. Yeşil, ağaçlık bahçeler arasında güçlükle seçilen dağınık köşkler. İşte bütün Paşabahçe budur,” deyip noktayı koyuyor. Oysa, Reşat Nuri’nin “Dudaktan Kalbe” romanında Lâmia çocukluğunun geçtiği Paşabahçe’yi Kenan’a anlatırken, “Oranın denizi, rüzgârı bile başkadır” demişti. Belki de M. S. imzalı haberde köyün bir tarih hakikatı olan sessizliği ifâde edilmişti. Şâyet öyleyse, köyün sessizliğinin nedenini ancak Suat Derviş’in 8 Mayıs 1936 günlü Son Posta gazetesindeki yazı dizisinden öğrenebiliyoruz. Bir kahveci ona Paşabahçe’deki hayli renkli sosyal yaşamın Birinci Dünya Savaşı’nda çöktüğünü söylüyor, köyden cephelere iki yüz altmış yedi erkek gitmiş, sadece yedisi dönebilmiş. Onlardan altısı da sakat gelmiş, tek sağlam dönense Suat Derviş’e dert yanan kahveciymiş. Anlayacağınız, yarınlarına erkeksiz dul kadınlar köyü olarak kalıvermiş Paşabahçe. Oranın ağır ağır inkişâfıysa, fabrikaları sayesindedir, bilhassa da İspirto ve Rakı Fabrikası ıssız köyün havasını değiştirmiştir. ‘39 yılında üç milyon, ‘43 yılındaysa beş milyon litre rakı imâl edilmiş. Bu yüzden ‘44 yılında Bâb-ı Âli’nin koca kafalarına medâr-ı iftihârımızı gezdiriyorlar. O daveti de 12 Ağustos 1944 günlü Son Posta gazetesinde Nusret Safa Coşkun hayli hoş bir üslûpla âleme dümme düdük yapmıştır. Nusret Safa Coşkun’un kafasını karıştıran yegâne şeyse, İbrahim Çallı ve Ömer Rıza Doğrul gibi has rakıcıların davete icâbet etmemesidir, bir Mahmut Yesari var, o da muharrirlere gösterilen iki katlı bir ev büyüklüğündeki rakı deposuna burun kıvırıp, kendisine en fazla on beş gün yeteceğini söylemiştir.

Sadâret kaymakamlığında çevirdiği dolaplarla sadrazam olan ve katlinden sonra isminin önüne Hezarpâre eklenen Ahmed Paşa’nın 17’nci yüzyılın ilk yarısında İncirli beldede yaptırdığı yalıdan sonra mahallin halk arasında “Paşa Bahçesi” olarak anıldığını biliyoruz, yani Paşabahçe’nin çekirdeği İncirli beldedir. Evliya Çelebi’nin yazdığına nazaran çarşısı ve pazarı bulunmayan İncirli beldesi, dillere destan Sultaniye Hasbahçesi’nin güneyine bitişik, hepsi de bahçeli üç yüz kadar hâneden ibaret bir mahalmiş. Evliya Çelebi’nin “bir cinân-ı bağ-ı gülistân” şeklinde vasfettiği Sultaniye Hasbahçesi’ne şiir döktüren çok olmuştur, onların en başına Sultan III’üncü Selim’i yazın, peşineyse Mustafa Fennî’yi ve İzzet Efendi’yi ekleyin. Sonra, Beykoz. Sâhilde, 17’nci yüzyılda sekiz yüz hâneli, bağlı bahçeli, mamûr ve süslü bir kasaba. Halkıysa, bağcı, oduncu ve balıkçı. Bugün bana Beykoz dendi mi aklıma ilk nelerin geldiğini sorarsanız, Ahmed........

© Karar