Meşrûtiyet öncesi olsun, Kadıköyü’nden bacadan numaralı tontonlarla İstanbul’a inenler, unutmayın İstanbul dediğimiz o vakitler sadece Suriçi’dir, üç farklı Müslüman kadına tesadüf ederlerdi. Sermet Muhtar ustamızın onları, kenar mahallelerin hakkuran kafeslerinden yetişip de hanımefendiliğe çıkmış hatunların kerimeleri, orta halli bir ailenin konak yavrusu hânesinde büyümüşlerin nazlıları ve ricâlin Çerkes odalıklarından doğmaların dilberleri şeklinde tasnif ettiğini anımsarsınız. Birincisi, kaşlarda rastık, serçe parmaklarda kına, genellikle iki örgü saçlı ve berdelacûzlarda mahalle hamamından kırk bir sabunu tamamlamadan çıkmayan cins-i lâtiftir. Şehrin salgınlarının bu cinsi taşlı köye taşıdığı pek yazılmamıştır, ayrıca onun bodur tavuk gibi her dem piliç görüldüğü de muhakkaktır. Aksırıklı tıksırıklı merhum zevcinin hatırına dört kaşlı oğlunu Divân-ı Hümâyun’un Beylik, Tahvil veya Ruûs kalemlerinden birine kâtip olarak koydurmuş Fatıma’tüz Zehra anamız için kulak memesi kıvamındaki gelin de sadece odur, çünkü onların erkeğini şıppadak cennet öküzü yapıverdiklerini işitmiştir; hâneye kutusu açık mı gelmiş, inanın bunun bir önemi yoktur, zâten Fatıma’tüz Zehra Hanım mukavva oğlunun cam çerçeve nedir bilmediğinin farkındadır. İkincisi, ceset benizli, pırtlak memeli, buruşuk dudaklı ve her daim hasta şımarıklardır. Zingirdeşmek istediklerinde yorganın altına “Vivitz”, “Pompeia” veya “Floramye” kokularıyla banyo yapıp girseler de, bunun iç güveysi damat için bir kıymeti yoktur, mutlaka bir bahane uydurup Pera’ya işveli Rum kızlarına kaçacaktır. Geldik üçüncüsüne, bana sorarsanız kadın gibi kadın bir onlardır, hafiften pembeye çalan şekerli bir ten, değirmi kalçalar, huzzâr memeler ve otuz sekiz numara bakımlı ayaklar. Pırıl pırıldır gülüşleri ve inci gibidir dişleri. Ancak, bunlar benim için de okur için de karışık işler sınıfındandır, asıl meseleyse elmayı kimin dişlediği olmalıdır. Dişlerse masallar dişler diyorum, işte size toz pembe düşler. Benden söylemesi, aralarından nadiren de olsa yorgan piresi çıkanları vardır, örneğin Saîde Hanım kemiksiz öyledir, Tanbûrî Cemil Bey’in yaşamını cehenneme çevirmek için elinden ne geliyorsa onu yapması vaktiyle Sinekli Bakkal’da âleme dümme düdük olmuştur.
***
Peki, İstanbul’a inmek yerine şeytana uyup da Pera’ya çıkan hangi cins dilberler ile karşılaşıyordu? Fatih Sultan Mehmed bile “Kâfir olur ey Müselmanlar o tersayı görende” diye yazdığına göre, Pera’nın kadınlarının elbette Suriçi’ndeki hemcinslerinden bir farkı bulunuyordu. Madem Meşrûtiyet öncesindeyiz, henüz Madam Béatrice Louise Couteaux ile Madam Vlastiras sağdırlar, ancak takvim yapraklarının artık ikisinin de aşınmaya başladıkları yıllara çevrildiği de muhakkaktır, onların yerleriniyse kulaktan kulağa işlerde Kamelya ve Nemseli Anna almıştır. Sorunumuzsa, iffetli bildiğimiz Madam Couteax’nun ve Madam Vlastiras’ın aksine, Kamelya’nın ve Anna’nın pahallı fahişeler olmasındadır.
Nemseli Anna’nın lepiska saçlarının çiçekli ve kuşlu şapkasının altından dalga dalga taştığını, incecik kaşlarının şakaklarına kadar keman yayı gibi uzandığını ve dolanık kirpikli deniz mavisi gözleriyle baygın baygın baktığını Sermet Muhtar yazıyor. Ama, ustamızın aklına Nemseli kaldırım süpürgesi gelince, nedense makalesine bir türlü yekûn çekememesi ve onun tasvirine ekledikçe de ekleyerek makalesine devam etmesi dikkat çekicidir. Ufacık ağız, kar gibi dişler, yanaklarda gamzeler, biri dudağının yanında diğeri de çenesinde iki ben, gümüş gerdan ve pâluze lezzetinde bir ten, evet hepsi Sermet Muhtar’dan. Bize de Mahmud Celâleddin Paşa’nın Uşşak şarkısını terennüm etmek kalıyor: “Mir’atı ele al da bak Allah’ı seversen / Sinen ne kadar olmuş o benlerle müzeyyen / Bu hayret ile farkına kadir olamam ben / Pâluze mi ten, ya gümüş ayine mi gerdan”.
Kamelya’ya gelince, meşhûrluğu Nemseli Anna’dan biraz daha evvel olmalıdır, çünkü 1899........