Geçmiş dünya kulakla daha çok ilgiliydi. Gerçi geçmiş diyorum fakat onun bittiği zamana kesin bir çizgi çekemiyorum. Ses, her tür ses, ebediyen insanı terk edip de meçhul vadilerde kaybolup gideli beri hışırtı ile şırıltının, mırıltı ile homurtunun, lakırtı ile takırtının, uğultu ile fokurtunun ayrımı da yitmiş durumda. Kulağımız sadece duyma organımız değildi çünkü. Dünya ile aramıza gerilen varlık tülbenti. Biz onunla uyanır, düşünür dünya ile varlığımız arasındaki zarın maverasına yürürdük.
Göz, hayret eden değil, insanı her şeye alıştıran göz, kulağın saltanatına oturalı beri varlığımızın doğası da değişti. Düşünceden görüntüye evrildi benliğimizin kodları. Diller kulak olmasa neye yarardı? O sebepten olacak Türkçe’nin en eski kelimelerinden biri o. Dille yapıldığı gibi dili de kurmuş gibi sanki duya duya. Şiirin söylenen bir şey olması kulakla ilgili, kalbin filtresi gibi. Diller geçtikleri coğrafyada gözle değil kulakla iz bırakırlar bu yüzden. Müzik daha bir tarihin içidir. Geçmiş dünyanın bugünden ayrıldığı bir yer varsa belki burasıdır. Kulak, ayrılma ve birleşme yerimizdir. Fakat…
Bakmayın siz zavallı Midas'a. Kulakları eşek kulağı gibiymiş. İnanmayın. Mesele bambaşka olmalı. Boşuna mı kulaklarını kesti Van Gogh? Neden burnu değil? Bilekleri değil. Kulakları? Dünya ile esastan kurduğu ilişkinin yetersizliği sebep olmuş olamaz mı? Bir gösterme sanatı olan resim sanatında böylesi bir ressamının bu tasarrufu az şey mi? Oradan yükselen ses can kulağıyla dinlemeye değmez mi? Fakat unutulmasın bir resimde dinleyen ve konuşan gözlerdir. Göz resimde kulağı emanet alır. Gözü çıkarılmış resimle kulakları kesilmiş resim........