Sörfçü ve göçebe

Kimilerinin yolculuğu her yükselen dalganın tepesinde durmaya çalışan sörfçüler gibi hep en yüksekte durmayı hedefler. Amaçları bir yere varmak da değil, bir yerde durmaktır. O nedenle yükselen her dalganın imkânından salt bu biçimsel amaçla yararlanır, şu veya bu’yu ayırt etmeksizin her yükselen dalganın üstünde durmayı bir marifet bilirler.

Göçebe ise bir yere varma veya bir yerde durma derdinde değildir. Onunkisi sonu gelmeyen bir seferiliktir. Yolculuğunun amacı doğrudan yolda olmak’tır ve dolayısıyla da kimi yükselen kimi de alçalan bir seyir izlese de sürdürür yolculuğunu. Kimi sefa sürse de kimi de kahır çeker ama seferiliğin o temel misyonundan asla kopmaz. Zira onun için aslolan yolculuk değil, yolda’lık, yolda oluş’tur.

Göçebelik, mekânsal bir alandaki devinimsellikten ziyade felsefi ve zamansal bir yolculuktur. Bir yayılmadan çok derinleşmeyi veya yücelmeyi çağrıştırır. Kimileyin mekânını değiştirse de aslında hep bir yere, yani göçebe duruma aittir. Yerleşik olduğu hallerde bile, bulunduğu yerde bir göçebedir. Zira bu sadece mekânsallıkla ve yurtlanmakla ilgili bir mevzu değil, düşünsel, dahası ahlaki bir tutumdur. Dolayısıyla kentlerin ya da iktidarların çeperlerinde yaşayan ve şehrin ya da iktidarın küresel icbara dayanan değişimine rağmen kendi sosyolojilerini koruyan ama değişime karşı da duyarsız kalmayıp vaziyet alan kesimler, değişen mekânlarla birlikte değişseler de özsel tutumlarını korudukları sürece göçebeliklerini sürdürmektedirler. Buradaki kendilik meselesi sorunlu olsa da, bunun özünde belli bir tutum, özellikle de iktidara araçsallaşmaya ve kapitalistleşmeye karşı bir tutum olduğu ortadadır.

Göçebelik bir açıdan da sınırlarda, kıyılarda yaşamakla ilgilidir ve hatta arada olmak’la. Sosyolojilerin kesiştiği ama karışmadığı bir aradalık’ta, arâf’ta yani. Bu, mütehakkim güçlerin ezdiği, yoksadığı kesimleri bir dile, düşünceye kavuşturma çabasıdır ki çoğu zaman ezilenlere rağmen de bir mücadeledir. Zira ezilenler de ezildikleri o toplumsal durumu, ezilmişlik halini yani, çoğu kez bir yaşam biçimi ve alanı olarak savunurlar ve adeta bir özgürleşme ürküntüsü içindedirler.

Arâf’ta olmak ise tahakküm ve ezilmişliğin oluşturduğu sosyolojik mekânın birbiri içinliğine dair verili duruma itiraz ve bu denklemi bozmak için bir savaşımdır. Bu arada oluş, tıpkı birbirine karışmayan o iki denizin karşılaştığı ara misali, her iki duruma karışmasa da, bu durumları etkileyen, değiştiren ve hatta tanımlayan bir farklılıktır. Kur’an’ın arâf olarak tanımladığı bir yüksek bakış (irfan)’tır. Arâf bir mekân mıdır, mekândakiler midir yoksa bunların bütünleştiği bir kavramsallık mıdır? Buna karar verecek olan da durumun........

© Independent Türkçe