“Türk” ve “Türkiyeli” tartışmaları ve bir öneri

Uzun yıllardır ve özellikle son günlerde “Terörsüz Türkiye” sloganıyla yeniden fitili ateşlenen “Türk” ve “Türkiyeli” kavramları kimlik temelinde tartışılmaya devam ediliyor.

Önce vatandaşlık kavramı hakkında yapmış olduğum felsefi, kuramsal, tarihi ve hukuki bazı okumaları bilgilerinize sunmaya çalışacağım.

Konu ile ilgili felsefi ve kuramsal değerlendirmeler:

Ümit İnatçı “Yurttaşlık: Varoluşsal süreç mi, kökenci kimlik mi?” başlığı altında T24 te yayımlanan 3 yazısında konuyu felsefi ve kuramsal boyutuyla şöyle açıklamıştır.

Bir yazısında: ”Ulus devletler ya da teokratik yapıya sahip devlet yapıları “kimlik” ve “aidiyet” kavramlarını kendi yurttaş tanımları üzerinden kurguluyorlar. Bu da genelde ontogenezi (varoluşsal süreç) üzerinden değil de filogenezi (soy, köken) üzerinden kurgulanıyor. Yani içinde yaşadıkları coğrafyanın çoğul kültürel yapısı değil çoğunluğun ırksal kökeni ve inancı üzerinden kurgulanan bir kimlik anlayışı var. Hâlbuki ontogenezi varoluşun gelişim süreçlerini besleyen her kültürel katmanı bir ırk ve köken üzerinden değil çoğul kültürel miras üzerinden değerlendiriyor. Milliyetçiliklerin kökeninde yatan bu etnosentrik eğilim insanlığı ayıran olumsuz bir etken olarak hala günümüz medeniyet anlayışını etkilemeye devam ediyor..” demektedir.

Son yazısında da sonuç olarak şunu söylemektedir: “Yurttaşlık anlayışını ve bilincini etnik milliyetçi, tekil ve kökenci bir kimlik tanımından kurtarıp, yurttaşlığı çoğulcu, varoluşsal bir sürecin kapsamı içinde değerlendirmek aynı zamanda yeni bir medeniyetin de temeline dönüşebilir. Öyle görülüyor ki bugünün Türkiye’sinin odaklanması gereken esas politik sorun da budur: Yurttaşlık ve kimlik modalitesinin filogenetik yapısının ne kadar sürdürülebilir olduğu ve bu yapının süregelmesi durumunda sonuçlarının ne olacağı… Alternatif: ontogeneziye dayalı bir yurttaşlık ve kimlik ideası…”

Zygmunt Bauman ‘Kimlik’ kitabında şunları söylemektedir: “Genel anlamda “kimlik”, özel anlamda ‘ulusal kimlik’ fikri insanlık deneyiminde ‘doğal yollarla’ döllenmemiş, tabii biçimde kuluçkaya yatırılmamıştır. Aynı şekilde, ‘hayatın apaçık gerçeği’ sayılabilecek bir deneyimden de türememiştir. Bu fikir, modern insanın yaşam dünyasına zorla sokulmuş ve bir kurgu olarak ortaya çıkmıştır. Kimlik fikri, tam da kurgu olduğu için ve bu fikrin ima ettikleri, hatırlattıkları veya harekete geçirdikleriyle status quo ante (insan müdahalesinden azade, mukaddem olgular bütünü) arasında uzandığı acıyla hissedilen boşluk sayesinde ‘gerçeğe’ dönüşüp ‘verili’ hale gelmiştir. ‘Kimlik’ fikri aidiyet krizinden ve bu krizin ‘olması gereken’ ile ‘olan’ arasındaki uçurumu kapatmak ve gerçeği bu fikir tarafından oluşturulmuş standartlar seviyesine çekmek için tetiklediği çabadan doğmuştur. Bu gerçeği zehabın suretinden yeniden yaratmaktır.”

Konuyu birde tarihsel ve anayasal bilgiler kapsamında da incelemeye çalışalım:

Feroz Ahmad,” Bir Kimlik Peşinde Türkiye “yapıtında şu bilgilere yer vermektedir:

“Şubat 1920’de son Osmanlı Meclisi”nde, Türk ve millet kavramları tartışılmış ve Türk kavramının tüm farklı müslüman unsurları içine kattığına karar verilmişti. Hatta, bazı mebuslar Osmanlı Yahudilerini de Türk kavramı içine katmışlardı. Mustafa Kemal bu fikirleri 1 Mayıs 1920’de tekrarlıyordu: ‘Burada maksut olan yalnız Türk değildir. Yalnız Çerkez değildir. Kürt değildir. Yalnız Laz değildir. Fakat hepsinden mürekkep anasır-ı........

© Hürses