En Sevdiğinden Başla: Kendini görmenin bedeli üzerine bir tiyatro

Tiyatro Hemhâl’in bu sezon en çok konuşulan işleri arasında yer alan En Sevdiğinden Başla’yı izleyeli üç haftayı geçti. Neresinden başlayacağımı bilemediğim için uzun süre yazamadım; oysa oyunun benim için de anahtar cümlesi, belki tam olarak oyunun sonuna gizlenmiş adıydı.

Bazı cümleler vardır; konuşanın niyeti ne kadar hafif olursa olsun, dinleyenin zihninde ağır bir kapı gibi kapanır. “En sevdiğinden başla (kill your darlings)” da onlardan. İlk anda sanki yazarlara söylenen bir atölye öğüdü gibidir: Sevdiğin sahneyi gözden çıkar, metni kurtar. Ama cümle biraz bekleyince başka bir yere ilerler, bir ilişki cümlesine dönüşür. En sevdiğin yanılgıdan başla. En dokunulmaz sandığın yerden. En çok savunduğun hikâyeden. Çünkü insanın kendine en çok benzeyen körlük, çoğu zaman en sevdiği köşede saklanır. Oyunun finaline sıkışan bu cümlenin okumasını ben de yazımın sonuna bırakıyorum. Baştan söyleyeyim, bu hafta yazım biraz uzun, ben kill your darlings konusunda umutsuz vakayım.

Başlangıçta iki saate yaklaşan süresiyle korkutan, tek perdelik oyun, bir solukta bitiveriyor. Benim yazım da öyle olacak inanın bana. Oyunun en kuvvetli hamlesi, konuya geçmeden önce bir düzenek kurması. Doğrusal zaman akışında ilerlemeyen, parçalı yapıda anlatıları herkes sevmeyebilir ama ben, iyi bir kurguyla ve becerikli ellerde sahnelendiğinde bu tür oyunlara bayılırım. Bunlar seyircisine güvenen yönetmenlerin işidir.

Oyunun ortaya çıkış biçimi kolektif üretim, yani devised tiyatroya dayanıyor. Bu havalı ismi olan tekniğin meselesi, metnin ve reji anlayışının kalbidir. Devised tiyatro, klasik hiyerarşiyi olarak bildiğimiz yazar/yönetmen/oyuncu üçlemesini gevşetir. Metni prova süreçlerinde yoğurur; oyuncuyu uygulayıcıdan kurucuya yaklaştırır. Ama bu yaklaşım çoğu zaman yanlış anlaşılabilir. “Hiyerarşi yok, herkes eşit, her şey serbest.”

Oysa devised’ın gerçek paradoksu şudur: Hiyerarşi yok olmaz; şekil değiştirir. Karar verme anında, bütünü kurma anında, ritmi mühürleme anında yine bir bitirme iradesi gerekir. Devised üretim, özgürlükten çok sorumluluğun dolaşımıdır. Herkesin sesi vardır ama bir noktada o seslerin tek bir bedene dönüşmesi gerekir. Yazım aşamasında ve yaratım sürecinde birlikte çalışan ekip yönetmen iradesini kabul ederek yoluna devam etmiş.

Oyunun konusuna gelirsem, iki ana karakterimiz var. Leyla tanınan bir oyuncu, Ömer ise yazar. Konservatuvar yıllarında başlayan birlikteliklerini, bu dünyanın içinde verdikleri var olma mücadelesiyle birlikte izliyoruz. İlişki içindeki güç dengelerinin ve yer değiştirmelerin seyircisi oluyoruz; üstelik oldukça yakın bir mesafeden. Sektörün dışından yalnızca izleyici olmak, anlatılanlara yabancılaştırmıyor. Zaten kadın–erkek ilişkisi, dünya var olduğundan beri cazibesini yitirmeyen bir mesele. Seyirci, bu akış içinde kendini kimi zaman empati kurarken, kimi zaman öfkelenirken, kimi zaman da bütünüyle dışarıda konumlanmış olanları seyrederken bulabiliyor. Oyunun büyüsü ve başarısı da biraz burada yatıyor. Ana karakterlere ek olarak, yapımcıyla yazar arasında köprü kuran yönetmen figürü ve sahnede çoğalan iki oyuncu ile toplamda dört kişilik dev kadro sahnede.

Meta-tiyatro, sahnenin yalnızca bir hikâye anlatmadığı; o hikâyenin nasıl kurulduğunu da seyirciye açık ettiği bir anlatım biçimi. “En Sevdiğinden Başla” oyununu bir meta-tiyatro örneği olarak ele alırsam sahnedeki ilişki aynı zamanda yazılan bir senaryoya dönüşüyor. Oyuncular, oynadıkları karakterlerin hikâyesini üretim süreci içinde tartışıyor. Gerçek hayat, prova, senaryo ve sahne birbirine karışırken seyirci sürekli şunu düşünmeye zorlanıyor; “Şimdi izlediğim şey bir kurgu mu, bir ifşa mı, yoksa ikisinin arasında bir şey mi?” Bu soru, oyunun merkezinde ve tam da bu yüzden anlatı, kendi yapısını ifşa eden bir hâl almış durumda.

Oyundaki ilişki dinamiğinden yola çıkarsam bir ilişkinin gerçeği, olayların doğruluğuyla ölçülmüyor. İlişkinin gerçeği, iki kişinin birbirine söyledikleri kadar, birbirinden sakladıklarında büyür; itiraf kadar susuşta da yoğunlaşıyor. Oyun bu saklama ve açığa çıkarma gerilimini yalnız temaya değil, biçime de yayarak çalıştırıyor. Flashback’ler, dizi senaryosu katmanı, film deneme çekimi hissi, sahne üstü şimdinin çıplaklığı… Katmanlar arasında dolaşırken zihnin de dolaşıyor. Bu dolaşma bir süs değil; adeta küçük bir ahlaki alıştırma: Hemen hüküm verme. Hemen taraf tutma. Kendini rahatlatacak basit bir karar arama.

Genel anlamda oyun ikiliklerle çalışıyor. Kadın ve erkek ikiliği yalnızca cinsiyet farkı olarak durmuyor; söz hakkının kimde olduğu, beden üzerinde kimin konuştuğu, üretimde kimin görünür olduğu gibi alanlara doğru genişliyor. Zengin ve fakir ikiliği ise para miktarının ötesinde bir zaman meselesine dönüşüyor. Kimin hayatı daha acil? Kim risk alabilir? Kim “idealist” kalmayı bir lüks hâline getirebilir?

İlişki dediğimiz şey, çoğu zaman iki kişinin birbirine aşkından çok birbirine taşıdığı dünyayı da içermez mi? Dünyanın yükü eşit dağılmaz. Oyun bunu sloganla değil, durumla anlatıyor. Birinin üretimi kapanmaya dönüşürken, diğerinin üretimi hayatta kalmaya dönüşüyor. Biri evin içinde ideallerini büyütürken, öteki dışarıda pazarlık etmeyi öğreniyor. Bu pazarlık karakterin kişiliği değil, sınıfın, cinsiyetin ve sektörün ona öğrettiği refleks. Leyla’nın paylaşamadığı akbili ile beş aktarmayla eve gitmesinin ne demek olduğunu bilen seyirci, Ömer’in ailesine ait bir evde yaşamasının emlak zengini ifadesiyle hakarete dönüşmesini güçlü bir sistem........

© HalkTV