Yazı işleriyle uğraşanların en büyük kabusu bilgisayarın “delete” tuşunun kontrolünü bir başkasına vermektir. Bu tuşu bir kasap gibi kullanan kişiye editör denir ve kimin eline düştüğünüze bağlı olarak yazarı ya rezil ya da vezir eder.
Gazetelere yazı yazmaya başladığım yıllarda şanslı olanlardandım; türünün son örneği bir editörün eline düştüm. Tuğrul Eryılmaz sadece çıkardığı dergilerin yayın politikalarını belirlemez, çıkan her yazıyı satır satır okur, kesip biçer, bazen yerini değiştirirdi. Bir keresinde beni evimden ta Bağcılar’a yazımı gözümün önünde kırpmak için çağırdığında çok öfkelendim ama hiçbir şey diyemedim. Pazar günü yazı gazetede yayımlandığında orijinalinden çok daha iyiydi. Bir editörü yazdığım yazıyı gözümün önünde kesip biçtiğini izlemek ise bugün iyi ki yaşamışım dediğim bir meslek dersi. Bu sayede yazmayı öğrendim.
Amerika’daki editörler yazarlara “Kill your darlings,” tavsiyesinde bulunurlar. Herkes uzun yazmayı sever, cümlelerinin çok kıymetli ve her kelimenin yayımlanmaya değer olduğunu düşünür. Editör gücünü sadece kırmızı kalem ya da “delete” tuşundan almaz, neyin yayımlanıp yayımlanmayacağına da karar verdiğinden mecburen sözünü dinletir. Çok istisnai durumlarda haksızdır ama işini bilen editör zaten pazarlığa açıktır.
Amerikan basınının en bilinen editör ve yazar işbirliği, Robert Gottlieb ve Robert Caro arasında yıllar süren ortaklık her gazetecinin izlemesi gereken “Turn Every Page” adlı belgesele dönüştü. Son büyük genel yayın yönetmenlerinden Graydon Carter (eski Vanity Fair, şimdi AirMail) ve David Remnick (New Yorker) yazıları satır satır okumaları ve düzeltmeleriyle bilinirler. Onların çıkardığı yayın organlarında yazı kalitesinin daima belli bir çıtanın üzerinde olma garantisi vardır.
Eryılmaz’dan sonra genelde hep kendi başıma kaldım ve ondan öğrendiklerimle sevgililerimi öldürdüm. Veya öldüremedim, çünkü zaman zaman hala bir altın makas arıyorum.
Medyanın finansal zorluklarından dolayı çok uzun zamandır editörlük müessesesi kayboldu. Hiç kimse de artık gazeteciliğe editör veya redaktör olmak için girmiyor. Yeni başlayanların editörlükten anladığı da sadece filtrelemek, bir başka deyişle sansür sadece. Lafı çok uzattığımı düşündüğümde “Tuğrul ne yapardı,” diye düşünüp “shift”e basılı tutup ve aşağı ok tuşuyla blok blok yazıdan seçip siliyorum.
Standart bir Türk köşe yazarı olsam şu anda yazıyı burada bitirmem gerekirdi. Çünkü Türk basınında kimin icat ettiğini anlamadığım bir “üç bin vuruş” standardı var. Bu köşe yazılarına ayrılan boşluklu karakter sınırlamasının meslek içindeki tabiri. Çalıştığım hemen her yerde yazının üç bin vuruş olması istendi. Çalıştığım hemen hiçbir yerde bu kurala uymadım, çünkü aşağı yukarı üç bin vuruşa tekabül eden 400 kelime yazarın meramını anlatmasına imkan tanımayacak kadar sınırlı.
Amerikan basınında standart 800 kelime; dergilerde konusuna göre 10, 20, hatta 30-40 bin kelimeye kadar çıktığı oluyor. Tom Wolfe gibi her kelimesi kıymetli ustaların tek bir yazısıyla yayımlanan dergi sayıları var basın tarihinde.
Türk basınında üç bin vuruş standardının nereden çıktığını bizim eski yayın yönetmenlerinden oluşan yemek ekibimize sordum. Şaşırtıcı bir şekilde hiçbirinin haberi yoktu. Ertuğrul Özkök yıllarca Hürriyet’i yönetmesine rağmen “Ben duymadım bile,” dedi. Sedat Ergin ve Serdar Turgut’un yanıtları da benzerdi. Turgut’a Akşam’ı yönettiğinde kendisinin de böyle bir kural getirdiğini, hatta kimi köşe yazarlarının isyan ettiğini hatırlattım. O dönem gibi bu kararı da çoktan bilinçaltının derinliklerine gömmüştü herhalde. Hepimizin “archnemesis”i Eryılmaz da böyle bir kural olmadığını söyledi. Ama “Gazeteci artıkları artık sadece isteneni yapıyor,” diye de ekledi.
Kendi kendime uyduruyor olamam bu üç bin vuruş standardını, ama yine de şüpheye düştüm. Basit bir aramayla buna değinen başka yazılara da rastladım ama Türk basınında kimin icadı olduğunu bulamadım. Acaba bu standart da kafamıza Rahmi Ağabey’in indirdiği bir “tokmak” mı?
Meramıma gelirsem… Taylor Swift bir-iki hafta önce “The Tortured........© Habertürk