Ayla Ayla Ayla

Ayla ★★★★

Maça Kızı Otel, Türkbükü-Bodrum

Size Türkiye’nin en iyi lokantasını anlatacağım. Ama size Türkiye’nin en iyi lokantasını anlatmadan önce buraya neden geldiğimi, nasıl bir ruh halinde olduğumu anlatmam gerek. Bodrum’a, hayata dair inandığım pek çok kavramı, özellikle de sadakati sorgulamaya başladığım bir dönemde, biraz da ayaklarım geri geri giderek geldim. Çok uzun zamandan beri başında “en” olan hiçbir tanımlamaya güvenim kalmadı. Başkalarına sürprizli ve şaşırtıcı gelen ne varsa bende hayal kırıklığı yaratmaya başladı. Veya daha da kötüsü maddi tatminlere ve bu maddi tatminlerden dolayı abartılı heyecan duyanlara karşı sinik tepkiler geliştirmeye başladım.

Önce ufak dozlarla kendini belli eden, giderek artarak hayatıma hakim olan bu değişimin tam olarak ne zaman bütün bakış açıma hakim olduğunu aşağı yukarı kestirebiliyorum.

Birkaç hafta önce Montreal’deki Lemeac’ta bir öğle yemeği sırasında birbirinden uzun zamandır ayrı kalmış iki kişi, sürekli gittikleri ve aşağı yukarı aynı şeyleri yedikleri, aynı masada oturdukları bir yerde bu sefer vaktin geçmesini beklercesine birbirlerinin suratına bakıyorlardı. Başka günlerde heyecanlanarak önlerine gelen tabaklar bu sefer göz ardı edilmeye mahkum ayrıntılar gibi duruyordu. Normal şartlarda ayrı kaldıkları için birbirlerini özlemiş olmaları gereken ve konuşacak konularının biriktiği varsayılacak iki kişi fazlasıyla sessizdi. En azından yemeklerin ne kadar güzel olduğunu konuşabilirlerdi, ama yemeklerden de tat almıyorlardı.

“Buradaki yemeklerden artık etkilenmiyorum,” dedi. “Neden bilmiyorum, galiba değişiyorum.”

“Ben yokken bir başkasıyla birlikte oldun mu?” diye sordum.

“Evet,” dedi. “Sadece bir kere. Peki sen A. ile birlikte oldun mu?”

“Evet,” dedim. “Ama senden çok önceydi. Çok çok daha önceydi. Şimdi sadece arkadaşız.”

“Biliyordum,” dedi. “Ama hemen itiraf etmene şaşırdım. Daha önce de çeşitli defalar çaktırmadan sormuştum ama hep inkar etmiştin.”

Aramızda zaman zaman ihlallere izin veren bir sosyal sözleşmenin olduğunu belki ilk kez o sırada birbirimize beyan ediyorduk. Daha da şaşırtıcı olan, ikimiz de karşılıklı itiraflarımızdan hiç etkilenmiyor, başkaları için sarsıcı sayılabilecek bu son dakika gelişmelerin rutinimizi aksatmasına izin vermiyorduk.

İkimizin de kendi hayatları, kendi öncelikleri vardı. Ben Montreal’den Bodrum’a bir hafta sonu gitmenin planlarını yapıyordum, Mayıs ayında bir anda “bir süreliğine” Paris’e gideceğimi beyan etmem gibi kendi kendime, kimseye danışmadan aldığım bir karardı. Onun istese bile zamanlama ve lojistik olarak bir hafta sonu Bodrum’a gelmesi mümkün değildi. Ben ise Ayla'yla yaz bitmeden gitmek zorundaydım.

*

Bodrum’da ters gidebilecek her şey ters gidebilirdi ama hafta sonu belli bir aşamaya kadar kusursuz ritminde ilerledi, hatta hayatın düzeni olmaması gerektiği kadar mükemmeldi. Sonra Pazar gecesi merdivenden çıkarken, sol ayağımı bir yukarıdaki basamağa bastığımda bir anda kemiğin kırıldığını fark ettim. O an’ı başa sarıp tekrar tekrar düşünüyorum ve Montreal’deki öğlen yemeğine bağlamaya çalışıyorum, ama olmuyor. Birkaç saniyelik bir olayı saliselere bölüyorum ve tekrar tekrar üzerinde laboratuvar incelemesi yapmayı deniyorum, ama herhangi bir bulguya ulaşamıyorum.

Etkilenmediğimizi düşündüğümüz olayların üzerimizdeki etkisi sandığımızdan daha fazla oluyor galiba. Ama ne kadar zorlarsam zorlayayım Lemeac’la ayak kırığı arasında lineer bir bağlantı kuramıyorum.

Bu kazanın çok daha dramatik bir anlamı olmasını, anlatılacak hikayenin çok daha çarpıcı gelişmesini isterdim. Ama başkalarının şaşırdığı herhangi bir gelişme karşısındaki kayıtsızlığım gibi kendi başıma gelen kazaya karşı da kayıtsız ve umursamazım.

Ayağım kırıldığı an hayatımla ilgili en önemli ikilemim yazın son tatil fırsatını, günün en güzel saatini, son güneşlenme saatlerini acil serviste mi harcamak yoksa biraz daha sahilde oyalanıp hava karardıktan sonra mı doktora görünmekti. Ayağım ilk kez kırılmıyor, aşağı yukarı ne olduğunu, tedavinin ne kadar süreceğini daha röntgen çekilmeden tahmin ediyorum. Bu bildiğim bir acı.

*

Türkiye’nin en iyi lokantasına Bodrum’daki bir acil servisten ayağımda bot, bir kolumda koltuk değneği ve son birkaç haftada yaşadıklarımın bindirdiği yükle biraz kırık gittim. Bütün ayrıntılara ve gelişmelere hakim olmanızı istememin sebebi muhatabınızı tam olarak bilin, anlayın diye. Bazen sadece yemek tedavi edebiliyor, başka türlü onarılması zor yaraların bile üzerine merhem olabiliyor.

Montreal’de başka öğlen yemekleri de yedim. Asıl meseleyi bir kere aradan çıkardıktan sonra diğer hiçbir yemekte iki kişi birbirine bakarak sessizce oturmadı. Başka lokantalarda tabaklar üzerine yine karşılıklı yorumlar yapıldı, fotoğraflar çekildi, yiyebileceğimizden daha fazla sipariş verildi. Ve ikimiz de birbirimizle meselemizin bitmediğini, küçük yol kazalarının, yahut bilinçli sapmaların, bizi henüz birbirimizden vazgeçiremediğinde hiç konuşmadan uzlaştık. Bunu yemek sağladı. Yemek bunu yapabilir mi? Bunu sadece yemek yapabilir aslında.

Üzerinden birkaç saat geçtikten sonra kırık ayağımı da Ayla iyileştirdi. 1970’lerin sonundan beri Ayla’yı tanıyanlar var. Bugünkü Ayla’yı tanımanız lazım. Ama Ayla’dan önce Sahir’i, Sahir’den önce de Aret’i tanımanız lazım.

*

Türkiye’nin en iyi lokantası, belki bir süre sonra dünyanın iyi lokantalarından olmaya aday, Bodrum’daki Maça Kızı otelin içinde sadece iki aydır açık olan Ayla. Abartılı bütün tanımlamalardan, tavsiyelerden bıkmış ve hayattaki duruşu sinisizme yenilmiş benim gibi birini etkileyecek kadar çarpıcı. Belki hiç beklentim olmadığından, belki artık şaşırma potansiyelimi kaybettiğimi düşündüğümden ufak bir tatmin patlaması yaşamama neden olan lokanta burası.

Adını 70’lerin sonunda önce Bodrum’un içinde, sonra Türkbükü’nde bugünkü Kuum Otel’in yanındaki boş........

© Habertürk