Uçuk, kaçık bir fikir!

Bazen uçuk, gerçekleşmesi imkânsız ama hayal ettikçe, rüyada uçarken hissettiğimize benzer bir hissiyatın hafifliğine bizi götüren tuhaf fikirler gelir hepimizin aklına. Sizin aklınıza gelenleri bilmem ama arada bir aklıma gelen bu güzel fikirlerden birisi, okumaya başladığım günden beri yanımdan hiç ayrılmayan, hep omuz başımda duran, aynı duyguları paylaştığım, ölünceye kadar dostluğumu bitirmeyi düşünmediğim sevdiğim yazarların, ilk yazdıkları şey neyse, hikâye mi, şiir mi, deneme mi, roman mı, masal mı fark etmez, o ilk ürünleri bir yerde bulup hepsini bir araya getirip onlardan bir kitap yapmaktır.

Hayır, bir dergide, bir gazetede yayınlanmış olan ürünlerden bahsetmiyorum, bunların dışında hiçbir yerde yayınlanmamış, yazarın yazıp da sonradan kaybettiği ya da yırtıp attığı ürünlerdir bu kitapta toplamayı düşündüğüm şeyler. Kitaba alırken onları, sıralamayı nasıl yapardım; yazar isminin alfabetik sırasını mı, doğum tarihini mi esas alırdım bilmem, hatta kitabın adını bile henüz bulamadım ama o ürünleri önüme alıp onları büyük bir heyecanla okumak, onları okurken yazarın kat ettiği yolu düşünmek, acemiliklerini, sakarlıklarını görüp eğlenmek, dilde ulaştıkları düzeyi görmek, seçtiği kelimeler üzerine düşünmek, üslubunun geçirdiği aşamayı görmek ne büyük mutluluk olurdu sahiden.

Aklıma gelen fikir, olur da başkasının da aklına gelmiştir, olur ya, onlardan biri beni de sevdiği yazarlar arasına almıştır, benim de yazdığım ilk şeyi merak etmiştir diye ilk yazdığım şeyi anlatarak devam etmek isitiyorum yazıya.

*

İlk yazım lise birinci sınıftayken okulun duvar gazetesinde yayınlandı. O duvar gazetesini yapmak kimin aklına geldi, yazı kurulundaki öğrenciler neye göre seçildi, hangi duvara asılacağı, hangi öğretmenin sorumluluğunda çıkacağı konusunda hiçbir fikrim yoktu; 1980 yılının geç bir sonbaharında, darbenin getirdiği mecburiyetten, akranlarımdan iki ay gecikmeli liseye başladığımda, duvarda o gazeteyi gördüm, o kadar. Görür görmez de önünde durdum, bütün yazıları büyük bir şehvetle okudum. İlk hissettiğim şey kesif bir kıskançlık olmuştu. Baştan beri bu işin içinde olmalıydım, hatta hatta gazetenin yayın yönetmeni ben olmalıydım, yazıların seçiminde söz ve karar sahibi olanların arasında yer almalıydım, öğretmenler mutlaka fikrimi sormalıydı. Ne de olsa bu mektepte edebiyatı en iyi bilen öğrenci bendim! Herkesten fazla kitap okumuştum. Herkesten çok yazar ve kitap adı biliyordum, hatta bir iki yazar bile tanımıştım. Mesela kanlı canlı, bütün yakışıklılığıyla şehrimize gelmiş, en sevdiğim yazarlardan birisi olan Fakir Baykurt’u görmüştüm geçen yaz, tanışmış, bir iki laf bile etmiştim. Ama okullar açılmadan önce darbe olunca ben de birçok akranım genç gibi, darbecilerin hışmına uğrama korkusundan şehre dönmemiş; darbe günü tesadüfen bulunduğum köyde kalmış, bu arada okullar açılmış, sınıflar belli olmuş, her şey yerli yerine oturmuş hatta yokluğumda bu gazete bile hazırlanmış; merhametli bir emekli general şehrimize vali olarak atanınca da zulüm az buçuk hafiflemiş, “dağdan inip” okula gelmiştim ama işte bazı şeylere de geç kalmıştım. Olsun, arayı çabuk kapatmaya kararlıydım. Daha çok okuyacak, daha çok şey öğrenecek, o zamana kadar “vatanı kurtarmaya” ayırdığım zamanımı, şimdi “kendimi kurtarmaya” ayıracaktım. Bunun yolu da daha çok okumaktan geçiyordu.

Duvar gazetesinin yayın sorumlusu, benden bir sınıf üstte okuyan, dışardan gelmiş bir memurun, Ziraat Bankası müdürünün kızıydı. Banka şubesi çarşının girişindeydi. Altı banka şubesi, üstü memur lojmanıydı. Şehrin en fiyakalı binasıydı. Çoğu zaman birlikte okuldan çıkar, onu o güzelim binanın önünde bırakır, şehrin dışında, bir kenar mahallede, elektriği, suyu olmayan toprak damlı fakir evimize giderdim. Bazen geceleri lojmanın önünden geçtiğimde, perdeleri kapalı, içerde bir ampul yanan eve bakar, odanın içinde televizyon açık olduğu için, onun yaydığı ışıktan olsa gerek, pencereden yansıyan, gelip giden mavimtırak büyüye dalar, onun orada sürdürdüğü huzurlu hayatını düşünür, çoğu zaman kendimi böyle bir evde hayal ederdim.

Şehrimize televizyon bir sene önce gelmişti. Zenginlerin evlerine ama... Bir de dışarıdan gelmiş memurların… Biz de bazen evlerinde televizyon olan zengin yakınlarımızın evlerine gider, bu sihirli aletin cömertçe sergilediği büyülü maharetlerini seyrederdik büyük bir heyecanla.

Evlerinde televizyon olan arkadaşlarımızı nasıl kıskanırdım, düşününce şimdi bile yüzüm kızarıyor. Çoğu zaman sınıfta önceki gece........

© Habertürk