Körlüğü kabullenmek!

Çocukluğumda, evimizde “kör” kelimesi telaffuz etmek yasaktı. Hiçbirimiz kullanmıyorduk Kürtçedeki “kor” kelimesini. Birisinin gözleri görmüyorsa onun için “kore” demiyorduk mesela, böyle bir kelime sözlüğümüzde yoktu, evin içinde zinhar kullanılmıyordu, çok mecbur kalınca “hafız” diyorduk gözleri görmeyene.

Çünkü evde bir kör vardı. (Fars dilinde “kör” demek bir tür hakaret kabul edildiğinden körler için “aydınlık kalpli” anlamında “ruşendil” deniyormuş.)

Dokuz kardeşiz, en büyüğümüzdür Abdulkadir ağabeyim. 1943 yılında gelmiş dünyaya. Mektep yaşına geldiğinde köyde ilkokul açılmış. 1950 senesinde mektebe başlamış olmalı. Toplama çıkarmada üstüne yok. Birkaç ay okula gittikten sonra bir gün gözlerine bir illet musallat olmuş. Kış günü, yollar kapalı, insan ayaklarının hiç kimseyi hiçbir yere ulaştırmayacağı yaman bir kış. Çocuğun gözkapaklarının altında birtakım kesecikler oluşmuş önce, ilaç yok, illeti bilen hekim yok, köylüler bildikleri yöntemle tedaviye başlamışlar, kimisi sumak suyuyla yıkayın demiş, kimisi otlardan yapılma bazı ilaçlar getirmiş, uğraşmışlar, bir süre sonra kirpikleri içeri kıvrılmaya başlamış, gözünün saydam tabakasında yaralar oluşmuş, çocuk gururlu, ağız üstü uzanmış, tehlikenin farkında, kalkmamış yattığı yerden, körlüğe yatmış, ağlamış ağlamış… Nihayet karlar erimiş, babam alıp götürmüş şehir merkezine, “Erzurum’a götür” demişler, götürmüş, orada “yapabileceğimiz bir şey yok” demişler, babam umudunu kesmemiş, bu kez Musul’a götürmüş ama artık çok geç, çocuk tamamen ışıktan mahrum kalmış.

Ondan sonra dünyaya gelen sekiz kardeşi onu hep kör görmüşler. O da dış dünyayı görmeyince, içinde yarattığı dünyaya çevirmiş görmeyen gözlerini. Hafızasından yeni bir dünya yaratmış, umudunu kaybettiği günden itibaren gelen geçen herkesten bir şeyler öğrenmeye başlamış. Önce Kuran’ı ezberlemiş, sonra bir yığın hadisi… Sonra duyduğu bütün destanları, masalları, türküleri kaydetmiş belleğine, sonra tarihe, coğrafyaya, teolojiye merak salmış, duyduğu her şeyi bir kayıt alma cihazı gibi kaydetmiş hafızasına.

Körlüğü hiç kabullenmemiş, hiç kimsenin elini tutmasına izin vermemiş, tek yardımcısı bastonu. Seyahatlere çıkmış, İstanbul’dan Musul’a gezmediği yer kalmamış, sohbetine diz kırmadığı bilgin, seyda bırakmamış, nerede bir alim varsa gidip bulmuş, bildiklerine ortak olmuş, müthiş bir matematik dâhisi, hiçbir hesap makinası yarışamıyor onunla, herkesi sesinden biliyor, aradan çeyrek asır geçse bile geleni sesinden tanıyor, belleğinde binlerce telefon numarası var, satranç oynuyor gözleri görenlerle. Şu anda yayınlanmış beş kitabı var.

*

O “kör”değildi, sadece bizim gördüklerimizi görmüyordu. Kürtçede de bir çok dilde olduğu gibi “kör” netameli bir kelime, ağabeyimiz kör değil “hafız”dı.

Ben okuma yazmayı öğrendiğimde bu kez sözlü kültürden yazılı kültüre geçti. İlkokul üçüncü sınıftan itibaren onun “okuyucusu” oldum. Bulabildiğim her kitabı ona okudum. Türkçe bilmiyor, bu durum işimi bir hayli zorlaştırdı ama aynı zamanda önüme yeni bir kapı da açtı. Okuduğum bütün kitapları satır satır Kürtçeye tercüme ediyordum ona. Zor bir işti, oyun yaşında bir çocuk için çok zor… Ama yaptım, okuldan gelir gelmez bütün akranlarım oyun alanlarına, sinemaya koşarken ben oturdum, “hafız” ağabeyime Türkçe kitaplar okuyup Kürtçeye tercüme ettim. Bunun bana kazandırdıklarını yıllar sonra anladım.

Yakın bir zamanda bana dedi ki, “Bağışla beni, çocukken sana çok eziyet çektirdim.”

Ben de ona dedim ki, “Sana minnettarım canım abicim, sana okuduğum o kitaplar olmasaydı, bugünkü ben olmayacaktım.”

Günahıma girmediği için sevindi, içten güldü. Onunla körlük üzerine hiç konuşmadık. Ona kör olduğunu hiç hatırlatmadım. Bu yüzden de hep aklıma gelen ama bir türlü o soruyu soramadım. Çoğu zaman dilimin ucuna geldi soru, yine de cesaretimi toplayıp soramadım.

Soru şuydu:

“Doğuştan kör biri mi, yoksa daha sonra kör olan biri mi daha şanslı veya mutludur?”

*

Şu anda okumakta olduğum, benim için büyük bir sürpriz ve aynı zamanda muhteşem bir keşif olan bir romanda aklımdaki bu sorunun cevabı çıktı karşıma. O bölüm şöyle:

“Toko Ousseynou, öteden beri görmeyen doğuştan kör biri mi, yoksa senin bir müddet gördükten sonra kör olan biri mi daha acınacak haldedir? En beteri hangisi: Hiç görmemiş olmak ve görmeyi arzu etmek mi yoksa daha önce görmüş olmak mı?’

Karar vermeden birkaç gün düşünmüştüm. Sonra onun fikrini sormuştum.

‘Sanırım en mutsuzu daha önce gören kişidir Toko Ousseynou.’

‘Niçin? Dünyanın güzelliğini gördüğü, bu güzelliği özlediği ve özlem ya da üzüntü arzudan daha ıstıraplı olduğu için mi?’

Hayır,’ diye yanıt vermişti. ‘O kişi daha mutsuzdur çünkü dünyanın güzelliğinden kalan hatıralarla yaşar. Ama bu........

© Habertürk