Kitapla yeni insan yaratmak

Yazıya büyü muamelesi yapan, yazılı olan her şeye körü körüne inanan, birisini bir gerçeğe inandırmak için “gazetede yazıyor” demeyinceye kadar onu o gerçeğe ikna etmede zorlanılan, yazılı olan her şeye kutsal kelam muamelesi yapan bizde, okuma oranının bu kadar düşük olmasının izahı bir hayli zor olsa gerek.

Oysa Allah “oku” demiş, “yaz” dememişti!

Asırlar boyunca kutsal kitabı “okumuş”, geride kalan her şeyi “dinlemeyi” tercih etmişiz. Özellikle hadisler davranışlarımıza yön vermiş, gündelik hayatımızı onlara göre tanzim etmiş, iyilik kötülük bahsinde onların gösterdiği yoldan sapmamaya özen göstermiş ama çoğu zaman o yoldan sapmış, helal-haram ilişkisini yine onlardan feyz alarak düzenleyip daha çok harama tamah etmiş, velhasıl o kutsal metinlerin dışında yazılı olan şeylere pek itibar etmemiş, onların emrettiğini de tam anlamıyla yerine getirmeyip kendi bildiğini yapan bir cemiyetin mensuplarıyız.

Matbaanın; icadından üç yüz sene sonra memleketimize girmesiyle birlikte hayatımıza giren yazılı evraka, kitap olsun, gazete olsun, belki de asırlarca mukaddes kelam muamelesi yapmamızın sebebi budur. Batıda gelişen burjuvazinin en büyük buluşlarından birisi olan roman, bizde birazcık serpildikten, tefrikaları sayesinde ahali tarafından benimsendikten sonra, onu bir “eğitim aracına” dönüştürmenin çeşit çeşit yollarını aramışız mesela; öyle ki bu aracı kullanan yazarlarımız, yazdıkları şeylerin tıpkı muska gibi halkın derdine kısa sürede deva olacağına, eğitim düzeyini yükselteceğine, yeni bir görgü aşılayacağına, yeni bir kültür yaratacağına o kadar yürekten inanmışlar ki, bir süre sonra kendilerini sınıfta talebelerine parmak sallayan birer öğretmen olarak görmeye başlamışlar. Bugün bile, her sabah yüzlerce köşe yazarı hemen hemen hepsi, yüz yıldan beri hep aynı konuyu yazıyor, yek biri bir diğerinin yazdığı yazıyı bir asırdan beri tekrarladığının farkında olmaksızın sadece kendi yazdığının yaralarımıza merhem olacağına inanıyor, yazdıkları köşe yazısını akşamları televizyonda kendine benzer başka birisiyle tartışırken de “yarınki yazımda da bunu yazdım” diyerek kâinatın sırrına son noktayı kendisinin koyduğuna bizi de inandırmaya çalışıyorlar.

Başka ülkeleri pek bilmem ama “Step ve Bozkır” adlı kitabında şahane bir Rus-Türk edebiyatı karşılaştırması yapan Murat Belge olsun, başka araştırmacılar olsun, bu konuda Rusların da bize benzediğini söylerler. Ama Rusların bizden farkı, bizden yüz elli sene önde olmaları ve on dokuzuncu yüzyılda gelişen muazzam edebiyatlarında, özellikle romanda yazarların, yarattığı kahramanların hepsine eşit mesafede yaklaşmalarıdır. Turgenyev olsun, Tolstoy olsun, Dostoyevski olsun, bazı kahramanlarını yüceltip ötekilerini yerin dibine batırmıyorlar. Hepsi onların eseridir, kahramanlar pür iyi veya pür kötü değiller. Başka bir deyişle kötüler tam kötü, iyiler tam iyi değildir. İnsandır hepsi, içlerinde iyilik de var kötülük de.

*

Bolşevik ihtilali, Rus edebiyattaki bu muazzam sıçramayı, radikal bir hamleyle kesti. Komünistler yeni bir doktrin ortaya attılar. Bundan sonra bütün yazarlar, geçmişin köhne anlayışını terk edecek, “sosyalist gerçekçiliğe uygun” yeni edebi ürünler verecekler!

Edebiyata devletin müdahalesi ilk defa bu ihtilalle oldu.

Stalin’e göre sanatçı “insan ruhunun mühendisiydi.” Bu mühendisler, yaratılacak bu yeni insanı, baştan ayağa yeniden dizayn edeceklerdi. Entelektüel kapasitesi Stalin’den birkaç gömlek üstün olan, Stalin’in ülkesinden sürgün ettiğiyle yetinmeyip Meksika’ya kadar kovaladığı, orada da kafasını bir çekiçle ezdirdiği Troçki’nin şu sözleri, palabıyıklı Gürcü’ye ilham kaynağı olmuştur muhakkak:

“İnsan nedir? Elbette tamamlanmış veya ahenkli bir varlık değildir. Hayır, oldukça becerikli bir yaratıktır. İnsan, bir hayvan olarak, bir plana uygun olarak değil kendiliğinden gelişmişti. Ve pek çok karşıtlık biriktirmişti. İnsanın nasıl eğilip düzelebileceği, fiziksel ve ruhsal yapısının nasıl geliştirilip tamamlanacağı, sadece sosyalizm temelinde anlaşılabilecek muazzam bir problemdir. Büyük Sahra boyunca demiryolu inşa edebiliriz. Eyfel Kulesi’ni yapabiliriz ve direkt New York’la konuşabiliriz ama elbette insanı daha iyi yapamayız… Evet yapabiliriz! İnsanın yeni ‘gelişmiş versiyonu’nu üretmek; komünizmin gelecekteki görevi bu. Ve bunun için önce insanla ilgili her şeyi öğrenmeliyiz, anatomisini, fizyolojisini ve fizyolojisinin psikoloji denen kısmını. İnsan kendine bakmalı ve kendini hammadde olarak görmeli ya da iyi ihtimalle yarı işlenmiş ürün ve ‘en sonunda, sevgili homo sapiens, senin üzerinde çalışacağım’ demeli.”

Bu fikre göre sanatçı, yeni insan inşaatında ustabaşıydı. Tanrının görevi sanatçıya verilmişti. 1935’teki Sovyet Yazarlar Birliğinin Birinci Kongresi’nde Stalin tarafından, oldukça kırılgan, çoğu zaman kaypak, çoğu korkak, bir tarafı eksik, hayatta pek başarılı olmamış, “tutunmakta” güçlük çeken sanatçılara, roman yazarlarına,........

© Habertürk