Kapanan "Alâaddin'in Dükkânı", mücevherleşen "Kara Kitap"

15 Şubat 1990’da Sivas Temeltepe’de sekiz aylık kısa dönem askerliğimin iki aylık acemiliğini tamamlamış, çavuş olarak Alemdağ’daki birliğime katılmak üzere İstanbul’a gelmiştim. İki haftalık iznimi kullandıktan sonra mart başında birliğime teslim olmaya hazırlanırken, o zamanlar Cağaloğlu’nda, Hürriyet Gazetesi’nin bitişiğinde bir hanın giriş katında bulunan Erdal Öz’ün Can Yayınları’na uğradım bir gün. Erdal Abi, askerde okumak için bana kitap verecekti.

O gün aklımda o kadar canlı ki… Orhan Pamuk’un “Kara Kitap” romanı yeni çıkmıştı. Uzun salonun ortasında üst üste yığılı duruyordu kalın kitap, sanki odanın her yeri “Kara Kitap”la doluydu. Kitabın çıkışını Sivas’ta haber almıştım; o gün Erdal Abiye biraz da bu kitap için gitmiştim. Başka şeylerden de konuştuk ama aklım hep kitaptaydı, çıkarken bir poşet dolusu kitap tutuşturdu elime, aralarında “Kara Kitap” da vardı.

Kitabı, Alemdağ’da, askeri birlikte, bulabildiğim her fırsatta, çoğu zaman ormanda sırtımı bir ağaca yaslayarak okudum kısa süre zarfında. Kitabın sayfalarını çevirdikçe işaretler oluşmaya başladı gözlerimin önünde. Sonra her hafta sonu çarşı iznine çıkarken insanların ellerindeki poşetlere dikkat etmeye başladım, üzerindeki yazılara, işaretlere baktım. Kitapta Hurufiliğin anlatıldığı bölümlerin bende yarattığı etkiden olsa gerekti… Bir de insan yüzleri… Yüzlerde saklı işaretler, yanımızdan geçerek farkına varmadığımız “gizli yüz”ler…

Bulduğum her fırsatta Nişantaşı’na, Teşvikiye’ye yolumu düşürmeye başladım kitabın etkisiyle. Kitapta anlatılan mekanları gözlerimle görmek istiyordum bir de. Çoğu zaman Teşvikiye Camii’nin orada duruyor, romanın bir bölümünde adı akrostişle metne gizlendiği “Pamuk Apartmanı”na bakıyordum. Cami’nin oradan apartman görünmüyordu ama yazar o apartmandan caminin göründüğünü anlatıyordu bize; her halde üst katlardan bakmıştır dedim kendime. Sonra karakolun önünde duruyordum. Çaprazında duruyordu “Alâaddin’in Dükkânı” ki “Nereye gidersen git hep kuzeyi göstereceğine, hep Teşvikiye Karakolunu gösteren pusuladan Alâaddin sorumlu değildi.”

Başta, romanın tarif ettiği köşedeki dükkânın adının gerçekten de “Alâaddin’in Dükkânı” olduğunu sanmıştım. Kitabı okuyup bitirdiğimde dükkâna “Alâaddin” adını koyanın yazar olduğunu, bu isimle sihirli lambası olan masal kahramanına gönderme yaptığını, aslında dükkândan çok elimizdeki kitabı tarif ettiğini, “Alâaddin’in Dükkânı”nda bulunanlar ve daha fazlasının “Kara Kitap”a doldurulduğunu, dükkânda anlatılan şeylerin belirli bir düzen içinde kitapta yer aldığını, dükkânın taşıdığı sihrin bir benzerinin kitabı da kuşattığını anladım. Ardan geçen otuz beş sene zarfında birkaç kez tekrar tekrar kitabı okuduğumda bu gerçeği her defasında yeniden keşfetmenin hazzını yaşadım.

*

Geçen hafta Hürriyet gazetesinde “Nişantaşı’nın simgesi ‘Alâaddin’in Dükkânı’ kapandı” haberini okuyunca deminden beri anlattığım şeyler geçti gözlerimin önünden hızla. Haberde asıl adı “Necdet Güler Shoping” olan bakkalın kapanmış olmasının semt sakinleri arasında büyük üzüntü yarattığı, Teşvikiye Caddesi’nin köşesinde bulunan bu tarihi dükkâna, bundan sonra bir mücevher markasının taşınacağı belirtiliyor ve dükkân özellikle Orhan Pamuk romanlarının “gediklisi” olarak tarif ediliyordu.

*

Dükkân, “Kara Kitap”tan başka, “Yeni Hayat” romanında da var. Ama “Kara Kitap”taki yeri çok özeldir. Başlı başına bir bölümdür. Milliyet Gazetesi’nde yazan Celal Salik’in bir köşe yazısıdır dükkânın anlatıldığı bu bölüm.

Celal Salik, romanın kahramanlarından Galip’in akrabasıdır. Galip bir sabah uyanır ve karısı Rüya’nın yatakta olmadığını görür, onu ararken aynı zamanda Celal Salik’in de kaybolduğunu anlar. İkisini bulmak için İstanbul’da “arayış” macerası başlar. Bu, şehrin girdisi çıktısı içinde çıkılan maceralı bir yolculuktur. Bu yolculukta Celal Salik’in gazete için yazdığı köşe yazıları Galip’e rehberlik yapar.

Roman kahramanı Galip’in adı bize “Hüsn ü Aşk”ın yazarı Şeyh Galip’ten; Celal Salik’in adı ise Celaleddin Rumi’den mülhemdir.

*

Celal Salik’in romandaki köşe yazıları, mesleği “köşe yazarlığı” olan herhangi bir yazarın yazabileceği cinsten yazılar değildir. Her biri bu alanın aşılması bir hayli zor birer başyapıtıdır bence. Özellikle “Boğaz’ın Suları Çekildiği Zaman”, “Bedii Usta’nın Evlatları”, “Cellat ve Ağlayan Yüz” gibi denemeleri Orhan Pamuk; Babı-ı Ali’nin eski muharrirleri Ahmet Rasim, Rıza Tevfik, Falih Rıfkı Atay, Hüseyin Cahit Yalçın, Peyami Safa, Şevket Rado, Çetin Altan’ın üsluplarını karıştırarak “Celal Salik” imzasıyla sunuyor bize.

“Alâaddin’in Dükkânı” bölümünde Celal Salik, kendini “pitoresk” bir yazar olarak tanıtıyor. Celal Salik, bu yazıyı yazarken bu kelimenin anlamı için sözlüklere bakmış ama kelimenin anlamını tam çözememiş, kelimenin “havasını sevdiği” için kendisini tanımlamada kullanıyor. Ben de bu yazı yazarken kelimenin anlamı için tıpkı Celal Salik’in yaptığı gibi baktım sözlüğe, “durumu, görünüşü bir tablo konusu olmaya değecek güzellikte olan” manzara için kullanılıyormuş bu kelime. Her neyse, yazar kendini Bab-ı Ali’nin diğer köşe yazarlarından ayıran sevdiği konuları sıralamaya başlıyor yazının girişinde, herkesin her gün yazdıklarından çok kendisini “başka şeyleri anlatmayı düşleyen” birisi olarak görüyor. “Atlı silahşörleri, puslu bir sabah karanlık bir ovanın iki ucunda birbirlerine saldırmak üzere hazırlanan üç yüz yıl öncesinin ordularını, kış geceleri meyhanelerde birbirlerine aşk hikâyeleri anlatan mutsuzları, karanlık şehirlerin içinde bir esrarın peşinde kaybolan âşıkların bitip tükenmeyen maceralarını” anlatmayı düşlemiş hep, ama Allah ona başka türlü hikâyeler anlatması gereken o köşeyle vazgeçemediği okurlarını vermiş yalnızca. Karşılıklı idare edip duruyorlar şimdi.

Celal Salik “hafıza bahçesinin” yavaş yavaş kurumasından şikayetçidir ömrünün bu deminde. Yine de ondan bir........

© Habertürk