Bir zamanlar, meşhur şahsiyetlerle yapılan röportajlarda, -gazetelerde, dergilerde, radyolarda, sonradan da televizyonda olsun-, mülakatın sonunda mutlaka “Issız bir adaya düşerseniz yanınıza alacağınız üç şey ne olurdu?” sorusu sorulurdu. Bu soru belli ki o kadar çok sorulmuş ki, hiç kimse soruyu yadırgamaz, o kerli ferli şahsiyetler “böyle büyük bir felaketle karşılaşırsam can derdine düşerim” demez, soruya ciddi ciddi cevap verirlerdi.
Misal 1958 Ekim’inde, aynı soru bu kez Kemal Tahir’e “ıssız bir adaya düşseniz yanınızda hangi kitapları bulundurmak isterdiniz?” diye sorulmuş. Kemal Tahir de “Eser hazırlama imkânı varsa yazacağım romanların mevzularıyla ilgili araştırmalarıma yarayacak kitaplar… Çalışma imkânı yoksa insanların ümidini ve yaşama gücünü arttıran şiir kitapları…” cevabını vermiş. (Kemal Tahir, Kolaya Kaçmayalım, Ketebe, s.122)
Bu soru, sözünü ettiğim dönemde sadece bizdeki meşhurlara değil, dünyada da meşhur yazarlara, sinema oyuncularına, şairlere, müzisyenlere, ressamlara en sık sorulan sorulardan biri olsa gerek ki; bizde en çok “Bay Perşembe” romanıyla bilinen, İngiliz edebiyatında “aykırı fikirlerin adamı” olarak ünlenmiş G.K Chesterton aynı soruyla karşılaştığında muzipçe, “Yanıma Thomas’ın ‘Pratik Gemi İnşa Kılavuzu’ kitabını alırdım” diye cevaplamış. (Alberto Manguel, Efsanevi Yaratıklar, YKY, s.81)
Ha aynı soruyla ben karşılaşmış olsaydım eğer, her ne kadar elimde “gemi inşa kılavuzu”olsa bile, sıfırdan bir gemi inşa edecek ustalık benden uzak olduğundan, soruyla karşılaşır karşılaşmaz, “herif 28 sene boyunca ıssız bir adada önceleri tek başına, sonra Cuma’yla birlikte nasıl hayatta kalmış, acaba deneyiminden ben de yararlanabilirim miyim diye Daniel Defoe’nun ‘Robinson Crusoe’ romanını alırdım,” derdim.
Mektep hayatımızın ilk devrelerinden itibaren; çocuk kitabı formatında olsun, çizgi roman veya romanın özetlenmiş hali olsun, Daniel Defoe’nun bütün dünyada meşhur kitabıyla bir biçimde hemhal olmamış olanımız yoktur herhalde. Ya kitabı okumuş ya çizgi veya sine filmini seyretmiş ya da çocukluğumuzdan itibaren bir biçimde isminin beynimizin bir yerine kazınmasının önüne geçememişiz.
“Robinson Crusoe” dünyada en az “Don Kişot” kadar meşhur bir romandır çünkü.
Beni bu denemeyi yazmaya götüren, bundan tam 305 sene evvel, 27 Nisan 1719 günü Londra’da, dönemin en popüler yayıncılarından Taylor tarafından, dünya edebiyatında bütün zamanların en uzun kitap ismi olan, “Kendisi Dışında Herkesin Öldüğü Bir Deniz Kazasında Dalgalar Tarafından Kıyıya Atılıp Tam Yirmi Sekiz Yıl Amerika Kıyılarında, Büyük Orinoko Irmağı’nın Ağzı Yakınlarındaki Issız Bir Adada Tek Başına Yaşayan Yorklu Denizci Robinson Crusoe’nun Yaşamı ve Şaşırtıcı, Tuhaf Serüvenleri” adıyla piyasaya sürülen, kapağında yazarın adı bulunmayan, Italo Calvino tarafından “modern romanın atası” olarak nitelendirilen Daniel Defoe’nun, herkes tarafından bilinen meşhur romanını size tanıtma isteği değildir. O kitap hakkında az çok malumatı olmayan okur-yazar yoktur herhalde yeryüzünde. Beni bu denemeyi yazmaya götüren, yeni okuduğum kıymetli dostum Cem Sancar’ın “NasReddin, Bana Damdan Düşeni Getirin” (Turkuaz Kitap) adlı şahane romanı oldu. Cem Sancar’ın, “Allah” dersen “kulakları dikilen” laik “Robinsonlar”la, “kadın” dersen aynı şekilde “diklenen”Müslüman muhafazakârlar arasında iki arada bir derede kalmış, bir zamanlar bugün memlekette “kültürel iktidarı” ellerinde bulunduran, kendine yabancı, evinin adresini unutmuş “Robinsonlar” kabilesinin üyeliğini yapmış, şimdi ise aldığı darbelerle her tarafı yara bere içinde, kaybettiği yolu bulmaya, yol ararken kendini tanımaya çalışan kahramanı mizahçı Nas’ın hikayesini anlatırken, “Robinsonlar” vesilesiyle sözü mecburi Daniel Defoe’nun romanına da getirir.
Romanın anlatıcısına göre “Daniel Defoe, Robinson Crusoe hikayesini, Endülüs döneminin dahi yazarlarından İbn Tufeyl’in yazdığı, İslam medeniyetinin ilk felsefi romanlarından, belki de dünyanın ilk romanı sayılan ‘Hayy bin Yakzan’dan yürütmüştür.” İbn Tufeyl’in amacı, ıssız bir adada ceylanlar tarafından büyütülmüş bir çocuğun hikayesini anlatmak değildir aslında. Alegorik bir hikayedir, bu hikâyeyi vesile yaparak, kendi döneminde yoğun bir şekilde tartışılan üç önemli felsefi problemi çözmeye çalışır alim.
“Bir: İnsan kendi başına, hiçbir eğitim almadan sadece doğayı gözleyerek ve derin düşünerek kemale, yani ‘insanı kâmile’ ulaşabilir.
İki: Gözlem, deney ve akıl yürütme yoluyla elde edilen bilgiler, Tanrı sözüyle, vahiy ile çelişmez. Başka bir deyişle din ile felsefe ve daha dar anlamda bilim çelişmez.
Üç: Mutlak bilgiye ulaşmak şahsi bir çabayla olur ve bunu herkes başarabilir.”
Cem’in anlatıcısı kitap hakkında başka bilgiler de verir, etkilediği yazarları sayar ve Daniel Defoe’yu, “kitabı doğrudan intihal ederek araklamakla” suçladıktan sonra şunları söyler:
“Robinson’u yazan Daniel Defoe, on ikinci yüzyıl Endülüs dehası İbn Tufeyl tarafından yazılan ve on dördüncü yüzyılda Batı dillerine çevrilen ‘Hayy bin Yakzan’ın içini dışına çıkartır, hikayeyi ağdalı bir İngiliz tekbenciliğine dönüştürür.” (Cem Sancar, NasReddin, Bana Damdan Düşeni Getirin, TK, s.60)
Cem’in harikulade romanını okuyup bitirdikten sonra, vaktiyle Yapı Kredi Yayınları arasından İbn Sina/İbn Tufeyl imzasıyla çıkmış, N. Ahmet Özalp’ın titiz bir çalışmayla yayına hazırladığı, M. Şerefeddin Yaltkaya ile Babanzade Reşit tarafından Türkçeye çevrilmiş olan “Hayy bin Yakzan”ı aldım elime.
Kitapta aynı isimle iki hikaye var; ilk “Hayy bin Yakzan”ı 980 senesinde Buhara’da dünyaya gelmiş, 1037 senesinde Hemedan’da vefat etmiş “İslam Meşşâî mektebinin en büyük sistemci feylesofu, Ortaçağ tıbbının önde gelen temsilcisi” İbn Sina; aynı adla ikinci hikayeyi de 1106’da İspanya’nın Granada şehrinde doğmuş, 1186’da Marakeş’te vefat etmiş olan Endülüslü feylesof ve hekim İbn Tufeyl yazmış. İbn Sina’nın hikayesini Cumhuriyet tarihinin ikinci Diyanet İşleri Başkanı, kelam profesörü Mehmet Şerefeddin Yaltkaya; İbn Tufeyl’in “Hayy bin Yakzan”ını ise Cumhuriyet’ten önce çeşitli medreselerde müderrislik yapmış, Süleymaniyeli Babanzade ailesinden bir Kürt alim, Babanzade Reşit Türkçeye çevirmiş.
Kitabı yayına hazırlayan N. Ahmet Özalp ile İbn Sina’nın hikayesine uzun bir önsöz yazmış olan Yaltkaya’nın verdiği kıymetli bilgiler ışığında yolumuza devam edelim o halde.
“Hayy bin Yakzan” için “alegorik bir hikaye” dedik. Özalp’ın demesine göre İslam dünyasında alegorik hikaye geleneği İbn Sina ile başlar. İbn Sina, “alegorik” anlatı tarzını, Yunancadan Arapçaya çevrilmiş “Salaman ve Absal” hikayesinden öğrenmiş. Alim bu hikayeyi birebir alarak kendi hikayesini yazmamış ama........