İki oğulun ihaneti, bir romanın gücü

2014 yılının 14 Nisan’ında, dışarıda bütün haşmetiyle gürül gürül bir bahar akarken ölen yirminci asrın en büyük yazarlarından Gabriel Garcia Marqouez’e, oğulları Rodrigo ve Gonzalo Garcia Barca, ölümünün onuncu yılında iki kez ihanet ettiler.

İlk ihanetleri; yazıp çekmecesine koyduğu, içine tam sinmediği için yayınlamadığı, “ben öldükten sonra da yayınlamayın” dediği son romanı “Ağustos’ta Görüşürüz”ü vasiyetini çiğneyerek yayınladılar. Yayıncısı ve editörü Cristobal Pera yayınlama gerekçesini uzun uzun anlattığı bir yazıyla savundu kendini, hadi o yayıncı canına minnet; ama oğullarının savunması, Gabo dirilse ikisini de eşek sudan gelinceye kadar (hatta eşeği hemen sudan gelme diye tembihleyecek kadar) dövecek mahiyette. Oğullarına göre babaları “son yıllarında hafıza kaybından mustaripti, bu yüzden de ne kadar şahane bir roman yazdığının farkında değildi, biz iki kafadar geçen on sene zarfında bunu gördük ve babamızın vasiyetine rağmen kitabı yayınlamaya karar verdik,” demeye getirdiler kitaba yazdıkları önsözde.

Sanırım Gabo, oğullarının bunu ona yapacaklarını biliyordu. Daha önce edebiyat tarihine geçen bir Kafka-Max Brod vakası yaşanmıştı; en yakın arkadaşı Kafka’nın vasiyetini çiğnemiş, yazarın “yak” dediği bütün evrak-ı metrukesini yayınlamıştı. Bunu bildiği için, benzer bir örneği ölümsüz eseri “Yüzyıllık Yalnızlık” romanının içine sıkıştırmıştı büyük yazar ki o hadise şöyle:

Albay Aureliano Buendia’nın annesi ölüm cezasına çarptırılmış olan oğlunu hücresinde ziyaret eder, beş dakikalık görüşmeden sonra Albay Aureliano minderin altından bir tomar sararmış kâğıt çıkarıp annesine teslim eder, bunlar karısına yazdığı şiirlerdir. Şiirleri annesine teslim ederken, “Bunları kimseye okutmayacağına söz ver, bu geceden tezi yok fırında yak hepsini,” der. Ursela oğluna söz verir ve ayrılır yanından. Bir dizi hadiseden sonra Albay bir şekilde kurşuna dizilmekten kurtulur, eve döner, bir süre sonra annesinin şiirlerini yakmadığı öğrenir. Annesi Ursela kendini şöyle savunur: “Acele etmeyeyim dedim. O gece fırını yakmaya gittiğimde, hele cesedi getirsinler bir, şimdilik dursun dedim.” Şiirlerin kurtulmuş olmasına sevinen Albay tekrar şiir yazmaya başlar. (Yüzyıllık Yalnızlık, Can Yayınları, s.143-156)

Oğulların babalarına yaptıkları ikinci ihanet ise, yayınlandığı 1967 yılından yazarın ölümüne kadar, birçok film yapımcısının film yapmak için kapısını çaldıkları romanı “Yüzyıllık Yalnızlık”ı, “benim hikayem bir film süresine sığmaz,” diyerek ret ettiği romanın dizi film yapılmasına izin vermeleridir. Bunun gerekçesini de “Babamıza yapılan teklif romanından sinema filmi yapmaktı, oysa şu anda gelen teklif dizi teklifidir, babamız da bir sinema filmi zamanı yetmez demişti, zaten diziler de sinema filmi kalitesine ulaşmış durumda, bu yüzden Netflix’le anlaştık,” diyerek açıkladılar. Bu haberi de duysa Gabo mezarında ters dönüp, eline kaval kemiğini alıp buradan Macondo’ya kadar oğullarını kovalar mıydı bilmem ama bildiğim bir şey daha var, iki oğlu daha önce de babalarının tekmil evrakını, yani kişisel arşivini bir üniversiteye 2,2 milyon dolar karşılığında satmışlardı.

“Yüzyıllık Yalnızlık” yazıldıktan yedi sene sonra, o zaman “Cılızoğlu” soyadını kullanan Seçkin Selvi tarafından Türkçeye çevrildi ve 1974 yılında Sander Yayınları arasından çıktı. (O günden bugüne, yapılan 100’e yakın baskıyla, yaklaşık bir tahminle bir milyona yakın nüsha sattı Türkiye’de. Bütün dünyadaki satış rakamının ise 60-70 milyon civarında olduğu söyleniyor.) Romanıyla ilgili hep “çeviri” kaygısı güden ve sadece “yazıldığı dil olan İspanyolcada görkemini koruyacağına” inanan Marqouez’i, Türkçe bilseydi eğer, çevirmenleri içinde en çok Seçkin Selvi “şaşırtmış” olurdu sanırım. Kitabı okuduğunuzda, romanı Gabo mu, yoksa Seçkin Selvi mi yazmış anlamazsınız. Son günlerde ikinci defa okuyunca romanı tekrar anladım, harikulade bir çevridir, yerinden hoplatır.

Gabo’nun en yakın dostlarından birisi olan Perulu büyük yazar Mario Vargas Llosa, “Genç Romancıya Mektuplar” (Can Yayınları) kitabında Marqouez’in dilinden şöyle bahseder:

“Marqouez’in üslubu taşkındır ve akıldan ziyade duygulara ve hislere dayalıdır; yerel ağızları kullanımı ve titizliğiyle klasik eserleri andırsa da eski ve ağdalı olmaktan uzak, halka ait kullanım ve deyimleri, dile yeni giren yerli ve yabancı sözcükleri benimsemeye açık, zengin bir müzikselliğe ve duru bir kavramsallığa sahip, ukala kurgu ve kelime oyunlarından muaftır. Sıcaklığı, lezzeti ve müziği sayesinde bedenin algıladığı bütün hisleri ve hazları abartmadan, doğallıkla ifade eder; ayrıca düşsel unsurları rahatlıkla içinde barındırır, olağanüstü diyarlarda dilediğince dolaştırır. Yüzyıllık Yalnızlık’ı okurken bu romanın ancak bu sözcükler, bu anlatım ve bu ritim sayesinde inanılır, gerçeğe yakın, büyüleyici ve etkileyici kılınabileceğine, onlar olmasa okuduklarımızın bizi büyülemeyeceğine, öykülerin, anlatılırken kullanılan sözcüklerin içinde saklı olduklarına dair hiçbir kuşkumuz kalmaz.” (s.42-43)

Yakında Netflix’te dizi film olarak karşımıza çıkacak olan “Yüzyıllık Yalnızlık”, yazarının sağlığında düşündüğü gibi, bence de sadece roman olarak kalmalıydı. Çünkü kitaba asıl kimliğini veren anlattığı akıldışı, büyülü, havsalaya sığmaz hadiseler değil; kıvır kıvır, kımıl kımıl, gürül gürül, zangır zangır, cümbüş, tef, zurna, piyano, gitar, klarnet, saz, dümbelek seslerinin iç içe geçtiği mahşeri bir karnaval, müzikal bir patlama gibi beynimize hücum eden, bizi oturduğumuz yerden hoplatan, şıngır mıngır dört kol çengi muazzam dilidir. Bir ailenin çok uzun tarihini anlatır. Bizde de olduğu gibi “isim” geleneğini kendi içinde yaşatan bir ailenin… Bu yüzden bir süre sonra isimleri karıştırırız, kim kimdi unuturuz ama bu hiç mühim değildir, mühim olan harcı kelimeler olan edebiyatın olağanüstü atmosferinde, bir büyücü yazarın yarattığı dünyada sayfaları çevirdikçe yakamızı bırakmayan taşkın hazdır. Bu hazzı bize yaşatan da o görkemli dil ve........

© Habertürk