Hayat ne zaman hızlanır?
Kaç yaşıma girdiğimi tam olarak bilmiyorum ama yaşıma dair aşağı yukarı bir bilgi var bende. “Dedemizin öldüğü seneydi” diyor sadece aile tarihimizi değil, tekmil coğrafyanın tarihini de belleğine kaydetmiş gözleri görmeyen bilge abim Kadir; dedemin ölüm tarihi kesin bilgidir onda. Annem de “kurtların köye indiği soğuk bir şubat ayıydı” demişti de doğduğum ayı kesinleştirmişti, kütükte de 2 Şubat kayıtlıdır zaten. O gün oğlumla kızım, anneleriyle el ele verir her sene bana şahane bir gün yaşatırlar.
Bu sene de öyle oldu. Sabah kahvaltısında; iki evladımın yüzüne benzer bir mutluluk halesi, baharda ıslak otların üzerinde gezinen seher yeli gibi dolaşırken yüzümde; kızım yaşlandığımı düşünmüş olmalı ki hayatımın en zor sorusunu sordu:
“Baba, çocukluğun çok mu uzak sana?”
Fazla düşünmeden cevap verdim:
“Bu soruyu mesela yirmi beş sene önce sorsaydın, ‘evet çok uzak’ derdim ama şimdi altmış yaşını devirmişken, hayır diyorum, çocukluğum o kadar yakın ki…”
Hayretle baktılar yüzüme aynı anda üçü de. Belli ki söylediklerimin bir şerhe ihtiyacı vardı. Sesimin tonunu değiştirmeden devam ettim:
“Çünkü insan büyüdükçe çocukluğundan uzaklaşır, yaşlandıkça yaklaşır çocukluğuna.”
Büyüme, çocukluğa isyan, yaşlanma ise çocukluğa itaattır. Büyürken çocukluktan kurtulmaya, onun birisine bağımlılığına, o olmadan hayatı idame ettirmenin güçlülüğüne, emirlere uymaya, uyku saatlerine, mecburi yemeklere, “emir kulu” olmaya isyan eder insan ama yaşlanınca yavaş yavaş, gün be gün farkına varmadan o bir zamanlar isyan ettiğimiz şeylerle dost oluruz. Bu dönüş gönüllüdür bu sefer. Çoğu zaman hoşumuza bile gider. Eğer edebiyata, sanata, zanaata, mesela ağaç oymacılığına, marangozluğa, resim yapmaya, yazı yazmaya, koleksiyonculuğa, eşya tamiratına meyilli değilseniz, satranç, briç gibi hafızayı diri tutan oyunlara kendinizi vermemişseniz, “yetmişinde bile, mesela zeytin dikmeye” kalkışmamışsanız, elinizde kalan tek şey mâzi olur. Abdülhak Şinasi’nin “mazi cenneti” dediği şey yani.
Ol rivayet odur ki Hazreti Adem, şeytana kanıp, çokça da Havva’nın dürtüklemesiyle yasak meyveyi ısırıp Cennet’ten kovulunca, sürgün edildiği yeni yurdunda, her gün her gece özlem içinde yanar, kavrulur.
O yeryüzüne sürgün edilmiş ilk beşerdir ancak bunun böyle olduğunun farkında değil. Çünkü öncesi yoktur.
İçinden gelen bir dürtü, önüne geçemediği bir his onu her geçen gün biraz daha kedere, biraz daha hüzne boğar. Orayı özler. Her şey ona eski yurdunu hatırlatır. Burnuna gelen bir koku, damağına yapışan bir tat, esen bir yel onu alır eski yurdunu götürür.
Kurak rüzgarların estiği, kıraç toprakta otun bitmediği, dağı yabancı, hayvanı vahşi, ormanı ormana benzemeyen, suyu yavan, ekmeği tuzlu yeni yurdunda bir süre sonra Adem ile Havva’nın çocukları olur.
Çocuklara masal anlatma geleneğini de Adem başlatır. Etrafına toplar çocuklarını, her gece onları eğlendirmek için bir masal uydurur. Bir süre sonra bakar ki aslında anlattığı aynı masaldır. Her gece bıkmadan usanmadan aynı kelimelerle geldiği yeri anlatıp duruyor çocuklarına! Oradaki hayatını, yaşadığı güzellikleri, süt akan, bal şerbet tadında ırmaklarını, gümbür gümbür ormanlarını, gelin gibi süslenmiş mor dağlarını… oranın her derde deva havasını, şifalı sularını… insanla dost hayvanlarını, her yeri kaplamış olan bitkilerini, billur sesli kuşlarını… güllerini, çimenlerini, toprağını, ağacını…
Böyle her gece anlata anlata bir süre sonra çocuklar müptela olur anlattıklarına. Artık o masalı dinlemeden uyumaz olurlar. “Hadi baba bize geldiğin yeri anlat,” derler. O da bıkmadan usanmadan anlatır. Anlattıkça hikayesi büyür. Anlattıkça anlattığı mekân çocukların muhayyilesinde kocaman bir dünyaya dönüşür.
Bir süre sonra babalarının anlattığı yer çocuklar için bir “baba yurdu” halini alır, anne de işin içinde, kavram genişler “anayurt” halini alır.
Oysa onların yaşadığı o yeryüzü parçası, o sürgün yurdu, babalarının anlattığı yere hiç benzemiyor. Gün geçtikçe babalarının anlattığı yeri daha çok merak etmeye başlarlar.
Aradan zaman geçer, babalarının........
© Habertürk
