Gazze'den kaç "Guernica" çıkar?

Madrid’de bulunan Kraliçe Sofia Ulusal Sanat Müzesi”nin önüne açılış saatinden bir süre önce vardık. Meğer geç kalmışız, zira buradan köye uzanan bir kuyrukla karşılaştık kapıda. Biz de kuyruğun bir yerine asıldık. Bekleyişimiz uzun sürdü, bir buçuk, iki saat sonra ana kapıya vardığımızda, bazıları müzeyi gezip dışarı çıkıyordu. Baktım onlara, en çok ilgimi çeken, müzeden çıkanların yüzleriydi. Benim biraz sonra göreceğim şeyi onlar benden önce görmüşlerdi. O sırada benim için orada bulunan herkes ikiye ayrıldı; yirminci asrın en büyük sanat eserlerinden birisi olarak kabul edilen Pablo Picasso’nun “Guernica” tablosunu görenler ve henüz görmemiş olanlar! Aklıma Yusuf Atılgan’ın “Aylak Adam” romanında “sinemadan çıkmış insana” dair yazdıkları geldi. Atılgan o insanı, “geçmiş yüzyılların bilmediği, kısa ömürlü bir yaratığa” benzetmişti. “Gördüğü film ona bir şeyler yapmış, salt çıkarını düşünen kişi değildir” artık o, “insanlarla barışık”tır, ama ömrü çok kısadır, “beş-on dakika” kadar yaşar. Sokaklar ise, sinemadan çıkmamış insanlarla doludur, sinemadan çıkmış insan o “asık yüzlü”, “kayıtsız”, “sinsi yürüyen” kalabalığa karışır karışmaz anında erir, onlardan biri haline gelir. Müzeden çıkanlar, henüz kalabalıklara karışmadıkları için gördükleri resmin “onlara yaptığını” seçebilirim diye teker teker yüzlerinde “Guernica görmüş insan”izlerini aradım. Biraz sonra hepsi kalabalıklara karışacak, o büyük kalabalık onları da aralarına alıp eritecek, yüzlerindeki o ifade varsa eğer yok olup gidecek!

Aynı şey benim de başıma gelecek ne yazık ki!

*

Müzede “Guernica” için özel bir bölüm ayırmışlar. Geniş bir salonun uzun bir duvarına asılıdır devasa tablo. Kalabalığı yara yara vardım önüne. Resimlerine binlerce kez baktığım tablo gerçek haliyle karşımdaydı işte. Resimlerinde durduğu gibi durmuyordu duvarda. Durup bakmaya başladım. Acı çeken insanlar ve hayvanlar feryat figan, çığlık çığlığa, kaos içinde bağırıyordu sanki ve seslerini orada bulunan kalabalıktan duyan sadece bendim. O sırada bütün kozmos, kâinat, yaşadığım dünya, içinde bulunduğum geniş salon, bilincimin mana verdiği her şey bir sahneye dönüşüp duvara asıldı. Her şey tablodaki o sahnenin içine girdi bir anda. Sahne de bir duvarın içindeydi, sahnenin sol tarafında büyük gözlü, kocaman bir boğa vardı. Boğa, kucağındaki ölü çocuğunu, İsa gelsin de bir mucizeyle onu yeniden hayata döndürsün diye kederle bekleyen, beklerken de çocuğuna ağlayan mecalsiz bir kadının üzerinde duruyordu. Hançer dilli boğadan başka bir hayvan daha vardı sahnede; sahnenin tam ortasına yerleştirmişti atı sanatkâr. At acı çekiyordu, yıkılmak üzereydi, dikkatli bakınca atın mızrakla vurulduğu anlaşılıyordu. Burnu, üst dişleri bir insan kafatası şeklinde resmedilmişti. Boğa, bağrına ölü bebeğini bastırmış bir kadının üzerinde duruyorsa, atın ayaklarının dibinde de parçalanmış bir askerin cesedi vardı. Askerin tuttuğu kırık kılıcın üzerinden çiçekler bitmişti. Atın yarası iyileşmez, bunu biliyor hayvan, biraz sonra ölecek olan hayvanın üzerinde, bütün sahneyi aydınlatan, göze benzetilmiş çıplak bir ampul ışık saçıyor etrafa. Atın sağında, bu korkunç, kıyıcı sahnelere şahitlik yapan bir kadın, pencereden içeri girmek istiyor, korku her yerini sarmış kadının, elinde bir gaz lambası taşıyor, yanıktır lamba. Yine korkuya kapılmış başka bir kadın sağdan yalpalayarak her şeyin olup bittiği merkeze doğru ilerliyor telaşla. Parlayan ampule boş gözlerle bakıyor........

© Habertürk