Ferit Edgü için kaya mezar bakarken

Ben gördüm rüyayı. Aynı rüyayı, iki kişi göremez çünkü. Ben onun rüyasına gitmemiştim, o benim rüyama gelmişti. Beraber benim düşümde tırmanıyorduk dağa. Neden ille de o bilmiyorum, belki de yakın zamanda öldüğü için… Belki de ölümü üzerine dönüp bir yığın hikayesini, denemesini yeniden okuduğum için.

Ferit Edgü ile beraber ona bir kaya mezar bakmaya gidiyorduk Kaunos Antik kentine. Köyceğiz, Dalyan’da. Tuhaf bir rüyaydı, gittikçe daha da tuhaflaştı. Önceden kararlaştırdığımız bir şey değildi bu yolculuk, düşüm bir karar anından sonra başlıyordu.

Sıcaktı. İnsanda; üzerine üşüşen sinekleri kovalamaya bile mecal bırakmayan bir sıcak hüküm sürüyordu güneşin altında kavrulan bu dağda. Yolumuz yokuştu, bir hayli yükselmiştik. Antik dönem inanışına göre mezarı ne kadar yüksekte olursa insanın, Tanrıya o kadar yakın olurmuş. Bu yüzden kralların, önemli şahsiyetlerin mezarları yüksek dağlardaki kaya bedenlerine kazılırmış.

Ferit Edgü neden bir kaya mezar arıyordu kendine dersiniz? Bu ne tuhaf bir rüyaydı. Rüyada bile rüyamın tuhaflığının farkındaydım. Ağustos böceklerinin şarkısı duyuluyordu, bir de çok uzaklardan gelen, denizde oynayan çocukların cinlerininkine benzeyen karışık sesleri…

Kaya mezarlara giden yol dikti, Ferit Bey öldüğü halde yaşlı değildi. Rüyamın tuhaf yanlarından birisi de rüyada Ferit Bey’in öldüğünü onun bilip bilmediğini benim bilmememdi. Bildiğim, bir ölü mezarından çıkmış, kafasına bir kep geçirmiş, ayağında yürüyüş pabuçları, bir “hemşerisiyle” kendisine bir kaya mezarı bakmaya gidiyordu bu Antik kente.

Yolda hiç ölümden konuşmadık. Öldüğünü sanki kabullenmemişti, ben de öldüğünü söyleyip moralini bozmak istemedim. Ona göre yakında ölecekti, bu yüzden mezar bakıyordu, ona da bir kaya mezar yakışırdı!

*

En görkemli mezarın önünde durduk. Kafasını kaldırdı, haşmetli mezara baktı alnında boncuk boncuk terle. Sonra bana döndü, “Bu mezar dolu galiba” dedi. “Ona bakarsan hepsi dolu Ferit Bey” demedim, “Başka birisine bakalım” dedim.

Düz kayanın çeşitli yerlerine kazılmış bir sürü mezar vardı. Başka bir mezarı kestirdik gözümüze, ona doğru yürümeye başladık. Mezarın bir hayli aşınmış kapı eşiğinin önünde iki ihtiyar oturmuş sohbet ediyordu. Birisi çok şık giyinmişti. Kruvaze ceketinin düğmelerini iliklemişti bu sıcakta, beyaz gömleğinin üzerine ceketle uyumlu bir kravat bağlamıştı. Saçları geriye taralıydı. Elinde abanoz bir baston vardı, çenesini bastona dayamış, konuşurken gözleri sonsuzluğa bakıyormuş gibiydi. Rugan pabuçlar vardı ayaklarında. Ötekinin sırtında bir hırka vardı. Sakalları oldukça uzundu. Saçları dökülmüştü. Yüzü derin kırışıklıklar içindeydi. Bu çağın insanına benzemiyordu, bir masaldan çıkmıştı sanki, ayakları üryandı.

Ferit Bey, görür görmez tanıdı onları galiba. Beni, kaya mezarı falan unuttu, sanki hayatı boyunca görüşmek istediği birilerini görmüş gibi onlara doğru adımlarını hızlandırdı. Ben de arkasından koştum soluk soluğa. İhtiyarlar bizi fark etmemişti. Yetiştim, beraber vardık iki ihtiyarın yanına.

Rahatsız oldular sanki ihtiyarlar. Sanki çok mühim bir şey konuşuyorlardı da hiç beklemedikleri bir anda iki yabancı gelip sohbetlerini bölmüştü.

“Sizi burada bulmak!” dedi yüzünde gülücük, hayretler içinde kalmış bir edayla Ferit Bey. Sonra bana döndü telaşla, “Bu Borges,” dedi tanıyabilir miyim acaba diye ötekine dikkatle bakarken.

“Siz de kimsiniz?” dedi öteki ihtiyar.

Borges, Ferit Bey’i tanımıştı.

“Yabancı değil, adaşın o senin. Bir düşten tanıyorum onu,” deyince sanki dünyalar Ferit Edgü’nün olmuştu.

“Siz öldükten yirmi gün sonra görmüştüm o düşü. Siz benim düşüme gelmiştiniz. Ben sizi çok iyi biliyordum tabi ama kısmette bir düşte karşılaşmak varmış.”

“Güzel bir karşılaşmaydı. Sizden yeni şeyler öğrenmiştim,” dedi Borges.

Ferit Edgü gurur ve utanma arası bir edayla;

“Estağfurullah, size bir şey öğretmek ne haddime. Sadece evimin duvarında asılı iki resim üzerine konuşmuştuk.”

Borges, “Alkol, yani Alcooll’ün, Arapça El-küll’dan geldiğini öğretmiştim size, sizin olan bir şeyi siz bilmiyordunuz” dedi hafif bir kahkaha atarak. “Ama siz de okkalı bir şey öğretmiştiniz bana, neydi o?” deyince Ferit Edgü, “Yaşanan düşlenmez demiştim size, olsa olsa bellekte yer eder ama düşlenen yaşanabilir, kimi zaman, arada bir, ola ki… gibi bir şey demiş, siz de bu fikrimi çok sevmiştiniz. Sonra küçük kütüphanemin duvarında asılı iki tablo üzerine konuşmuştuk.”

“Tamam, hatırladım” dedi Borges, “Bir harfin Elif’le yinelenmesinden oluşmuş bir hat ile anonim bir küçük resimden… Neydi o resim?” diye sorunca Ferit Edgü, “Bir aslanın saldırdığı bir Arap ve iki Arap’a saldıran aslana saldıran iki Arap,” dedi. “Olağanüstü bir resim olmalı, gözlerim görmüyor diye uydurduğunuzdan kuşkulanmıştım,” dedi Boges gülümseyerek.

Bu tuhaf konuşmayı yanındaki ihtiyar pür dikkat dinliyordu. Borges, sohbete daldığı için arkadaşını tanıştırmayı ihmal etmişti, aklına geldi, “Ha tanıştırmayı unuttum, bu Feridun Attar, adaşın senin, 'Tanrının başını tarif etmek isteyen bu Acem, nasılsa aynı anda bütün kuşlar birden olabilen bir kuş yarattı ki, bayılıyorum ona ve harikulade eserine. Burada karşılaştık kendisiyle, karşılaştığımız günden beri bana o kuşun, yani Simurg'un hikayesini anlatıp duruyor. Yaşarken kitabında okumuştum aynı hikayeyi ama burada bizzat ondan dinlemek başka türlü oluyor.”

Ferit Edgü, yaşarken en çok sevdiği iki büyük insanı........

© Habertürk