menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Diyarbekirli bir aşık-ı kitabın muazzam keşfinin hikayesi

80 1
26.11.2025

Bütün hayatını arşivlik malzeme toplamakla geçirmiş Taha Toros, bir gün Ahmet Rasim’e, “çelişkilerle dolu bir hayatı olan” Hoca Hayret Efendi’nin bir fotoğrafını nerde bulabileceğini sorunca üstat gülümseyerek, edebiyat ve kültür hayatımızda ün yapmış iki kişinin hayatları boyunca fotoğraf çektirmediklerini; birincisin “taassubundan”, ikincisinin de “çehresinin züğürtlüğünden” bunu yaptığını; birincisinin Darülfünun hocası Hayret Efendi, ikincisinin de imparatorluğun üç kıtasında çok uzun seneler görev yapmış, Fatih’teki Millet Kütüphanesi’ni kurmuş Diyarbekirli Ali Emiri Efendi olduğunu söyledikten sonra şunları ilave etmiş:

“Hazretin hiç fotoğrafı yoktur. Ama dünya çapında, eşsiz eserlerle dolu bir kütüphaneyi milletimize kazandırmıştır. Devlet eliyle böyle bir kütüphane kurulamamıştır. Gel gelelim ki Ali Emiri Efendi, mutaassıp yaradılışlıdır. Resmin günah olduğuna inananlardandır. Vazifesi dolayısıyla, bir fotoğrafı ısrarla istendiği halde, bu emre aldırış etmemiştir. Bu arada, gizlice fotoğrafını aldırdığı, çirkin çıktığından, yırtıp attığı söylenir.” (T. Toros, Mazi Cenneti, İletişim Yayınları, s.190)

Mithat Cemal Kuntay’ın, Türk edebiyatın en iyi romanlarından birisi olarak kabul edilen, kahramanı Adnan’ın bir “idealist-fakir”, bir “mühim şahsiyet-zengin”, bir “hasta-bedbaht” olmak üzere üç dönemini anlattığı “Üç İstanbul” romanının bir yerinde Hacı Kâhya, Adnan’ın soyunda paşa olup olmadığını Süheyla için öğrenecek, bunu bilse bilse Ali Emiri Efendi bilir diye düşünür ve Maliye Nezareti’nde dolaşırken “kocaman dişleriyle” onu bir anda karşısında bulur. Gerisi şöyle:

“Bu Emiri Efendi meşhur şark alimi Emiri Efendi idi. O bütün mezarları bilir; insana ‘senin üçüncü deden Yanya’da falan servinin altında yatıyor!’ derdi. Mazide oturur, mazide yatar kalkar, mazide biraz nefes alırdı; fakat çok eski mazide! Yeni’den mustaripti. Abbasilerin çakşırlarını bilir, kendi fesinin nerede yapıldığını öğrenmek istemezdi. Her şeyin eskisini severdi: Kitabın eskisini, ölünün eskisini, hatta felaketin eskisini!.. Mesela 93 mağlubiyetini ağzına almaz, fakat Bayezid'in Timur'a yenildiğine yanardı.Hususi bir kılığı vardı. Parmağında bir makalelik mürekkep ve paçasında bir mahallelik çamurla dolaşırdı. Hangi yemeği sevdiği yeleğinin önünden belli olurdu. Fakat temiz bir ruhu vardı. Abdülhamit devrinde defterdar olduğu halde hırsız değildi; namuslu parasıyla eski kitap topluyordu, memlekete bir kütüphane bırakacaktı. Ve bu yazma kitapları görünmeyen köşelerden çekerken mazinin tozları üstüne döküldükçe eski elbisesi eski bir din kadar güzelleşirdi.” (M. C. Kuntay, “Üç İstanbul”, Sander Yayınları, s. 172)

“İstanbul Ansiklopedisi”nde Muzaffer Esen'in “Evlenmeyen, ömründe bir defa bile fotoğraf çıkartmayan, yüzüne bir defa bile ustura değdirmeyen, bütün hayatı boyunca siyah papyon kravat takan, gözlük yerine pertavsız kullanmakta ısrar eden, ince sesli, gevrek gülüşlü, bir an içinde itidalden öfkeye, öfkeden neşeye geçebilen bir insan” olarak portresini çizdiği; Yahya Kemal’in;

“Muhtâc isen füyûzuna eslâf pendinin

Diz çök önünde şimdi Emîrî Efendi’nin

Âmid o şehr-i nûr öğünsün ilelebed

Fazl u fazîletiyle bu necl-i bülendinin”

gazelini yazdığı; öyle herkesten hoşlanmayan ama hoşlandı mı, onu “Gül yaprağıdır nüsha-i Kur'ân arasında” diyerek dünyanın en güzel iltifatıyla ödüllendiren; Türk dilinin en eski ve en önemli kaynağı olan, sekiz yüz elli sene boyunca kayıp kalmış, Kaşgarlı Mahmut’un yazdığı, Türk fikir hayatının şaheseri, başka bir deyimle “opus magnum”u “Divânu Lugâti’t-Türk”ünün tek yazma nüshasını bulup kurtaran bu zat-ı muhterem kimdi ve o kitabı nasıl bulmuştu?

1857 yılında Diyarbekir’de dünyaya gelmiş, çok mühim bir şark alimidir Ali Emiri. Osmanlı’nın son dönem münevverlerindendir. Şair, yazar, araştırmacı, tezkireci ve kütüphaneci olarak bilinir. “Emirzadeler” olarak bilinen çok köklü bir ailenin çocuğudur. Diyarbekir Sülûkiyye Medresesi’nde tahsil görmüş. İlk Farsça derslerini amcası Fethullah Fevzi Efendi’den, ilk entelektüel gıdasını da doğduğu bu şehirden almış. Çok gençken kitaplar girmiş kanına, müptelası olmuş. “Osmanlı Vilâyât-ı Şarkiyyesi” adlı kitabında şunları söyler:

“Ben dünyaya geldiğim zaman Diyârbekir âdeta bir kütüphâne-i ulûm şeklinde idi. Diyârbekir eşrafından Müftü Derviş Efendi merhûmun evlatları hânesine gider, üç dört bin cild kitap görürdüm. Diyârbekirli Said Paşa merhûmun kâşânesine gider, yine bir hayl-i kütüb-i nefîse bulurdum. Sâir eşrâf-ı İslâm hâneleri de böyle idi. Bizim hânelere gelince, dayılarımda, büyük amcam Şa‘bân Kâmî Efendi hazretlerinde bilâ-mübâlâğa on bin cild kütüb-i âliye mevcûd idi.” (Ali Emîrî, Osmanlı Vilâyât-ı Şarkiyyesi, 1918, s. 88)

Genç yaşında kitap okumaktan sürmenaj olup hasta düşünce, hava değişimi için Siirt Şirvan’da bulunan dayısının yanına gönderir babası. Şirvan’a gidiş ona bildiği Arapça, Farsçanın yanında yeni bir dil daha kazandırır, kendi demesiyle “Kürtçe tekellümü Şirvan’da” öğrenir. (Ali Emiri’nin “seyyid” soyundan geldiği yazılıdır her yerde ama Kürtlüğüne dair bir kayda rastlamadım. Kürt değilse de belki de son dönem Osmanlı münevverleri arasında (buna Cumhuriyetin kuruluşundan günümüze kadar olanları da ekleyebiliriz) Kürtçe öğrenen neredeyse tek münevveridir. Kürtçeyi okuyup yazacak, hatta Kürtçenin en önemli edip ve şairleri; divanıyla meşhur Ahmed-i Kürdî (Melayê Cizîrî), “Mem û Zîn”in yazarı Ehmedê Xanî ve Kürtçe “Mevlid-i Nebevî”nin şairi Mela Hüseyinê Bateyî’nin de aralarında bulunduğu, Diyarbekir havzasında yaşamış Osmanlı dönemi Kürt şairleri üzerine “Mir’âtü’l-Fevâ’id” adında bir kitap yazacak kadar bu dile vakıftır. Zira kitabında andığım üç şairi tanıtırken onların metinlerini derinlemesine inceler ve o metinler o sırada Kürtçeden başka bir dile çevrilmemişlerdi.)

Dönemin Diyarbekir valisi Said Paşa’nın yanında katip olarak başladığı memuriyet hayatını, Harput, Sivas, Selanik ve Adana’da başkâtiplik; Kozan, İçel, Kırşehir, Leskovik ve Yenişehir’de muhasebecilik; Harput, Erzurum ve Halep’te defterdarlık; Yanya, Yemen ve İşkodra’da maliye müfettişliği yaparak ikinci meşrutiyetin ilanından sonra emekliye ayrılmış. İmparatorluk mülkünde oradan oraya gitmeye........

© Habertürk