Bütün çalışanları mahkûm olan lokantada

“Dalaman Açık Cezaevi’nin Tesisleri”ne her girişimde benzer bir hissiyat kaplıyor içimi. Gittiyseniz oraya, sanırım aynısı size de olmuştur. Büyük bir tesis olan lokanta, kafe ve markette çalışan herkes mahkumdur. Siz ise “özgürsünüz”; herhangi bir nizamiyeden girmeden, üstünüz başınız aranmadan, birkaç demir kapıyı arkanızda bırakmadan, birkaç demir parmaklıklı bölmelerin önünden geçmeden “mahkumlara” karışıyorsunuz. Siparişinizi alan garson, masalara tabak koyan komi, hesap alan görevli, yemekleri pişiren, pasta börek yapan, yediklerinizin parasını alan herkes mahkumdur, onlar size hizmet ediyor siz de ister istemez size hizmet eden o insanlara kafanızda bir yığın soruyla bakıyor ama nedense çok az soru soruyor, onlar da büyük bir ciddiyetle size hizmet ediyorlar. O sırada siz ne kadar “özgürsünüz”, onlar ne kadar “mahkûm” birbirine karışır.

Sanırım hesabı ödeyip kalkan herkesin arkasından hesabı alan mahkûm, bir zamanlar benim yatılı okulda okurken hissettiğim şeyi hissediyordur. Okuduğum yatılı mektepte çalışanlar vardı; kimisi aşçı, kimisi temizlik görevlisi, kimisi çaycı, kimisi terzi, kimisi kaloriferciydi. Akşam belirli bir saatte hepsi işini bitirdikten sonra toparlanır evlerine giderlerdi. Nedense ben de hemen hemen her gün aynı saatte çıkış kapısına yakın yerdeki duvar dibine çömelir, onların elini kolunu sallaya sallaya o kapıdan çıkışlarını seyrederdim büyük bir hüzünle. Nasıl bir özlemle, nasıl bir kederle bakardım arkalarından anlatamam. Her birisine bir hikâye uydurmuştum. Nedense hepsinin hikayesi bir mutluluk hikayesiydi. Onların da en az benim derdime benzer dertleri olduğunu, kimisinin geçim sıkıntısı, kimisinin ayrılık acısını, kimisinin hasret, kimisinin çoluk çocuk derdine düştüğünü düşünmez, o hüzünlü akşamüzeri hepsini bir sobanın yandığı sıcacık, kutu gibi, ışık dolu evlerine gönderirdim. Bir tek dertli, bir tek kederli, bir tek hüzünlü, bir tek yalnız olan bendim. Onlar “özgür”, bense bu dört duvar arasındaki gri binada çaresiz bir “mahkum”dum. Onlar evlerine gittiklerinde canları ne isterse onu yiyeceklerdi, bense ekşimiş bulgur pilavını, nefret ettiğim pırasayı yemek zorunda kalacaktım. Onlar istedikleri saatte uyuyacak, bense saat dokuzda ışıkları sönmüş olan yatakhanede, kirli battaniyenin altında soğuktan tir tir titreyerek sabahı bekleyecektim.

Dalaman’da, açık cezaevi kurumunun işlettiği lokantada hissettiğim duygunun adı tam da buna benzer bir şeydi işte. Buna benzer hissiyatın yanına bir de “mahkûm” denilen kişilerin işledikleri suçlar gelir aklımıza o masalara oturduğumuzda. Feci suçlar işlemiş birisi koyacak birazdan yemeği önümüze. Bir anda kendimizi onlardan “ayrıcalıklı” bir yere konumlandırırız. Biz masumuz, onlarsa suçlu... Kim bilir hangisi hangi suçu işlemiştir? Aklımıza gelen soruların hiç birisini, o sırada önümüze lahmacunu, kuşbaşı eti, ızgara tavuğu koyan adama sormaya cesaret edemeyiz. Sanki onlara aklımızda geçen soruları sorsak bütün büyü bir anda bozulacak. O anda eşitleneceğiz. Veya tersi, o mahkûmdur, ona bir zamanlar işlediği suçu hatırlattığımızda anında suçu ilk işlediği ana dönüp masadaki çatalı veya bıçağı bir yerimize saplayacak! Belki bu durum çok az gelir aklımıza ama “acıma” hissi aklımızdan hiç çıkmaz. Kim bilir niçin buradadır? Kaç günü kalmıştır acaba? Acaba işlediği suçu sorsam bana hikayesini anlatır mı? Anlatsa o hikâye neyime yarayacak ki?

Daha önceleri bu lokantaya geldiğimde, bu kafede bir şeyler içtiğimde, bu markette alışveriş yaptığımda bu sorular aklıma geldi ama bana hizmet eden o mahkumların hiç birisine aklımdan geçen soruları sormaya cesaret edemedim. Belki de bu tür sorular sormayı haksızlık saydığımdandır. Belki tersleneceğim korkusundan, belki de ona işlediği suçu hatırlatarak onu çektiği azapla tekrar baş başa bırakmaya sebep olmaktan çekindiğimdendir. Hem biliyordum; hapishanelerdeki bütün mahkumlar masumdur, hiç kimse işlediği suçu kabul etmez, hepsine kocaman bir haksızlık yapılmıştır zaten!

Yine de burada, hiçbir mekânda, hiçbir lokantada, hiçbir tesiste hissetmediğimiz bir “güven” duygusu kaplar içimizi, kafamızda binlerce soruyla bir yandan da güvenli bir yerde bulunmanın huzuruyla yeriz yemeğimizi.

*

Oturduğumuz masada, başımızın üzerinde sipariş alan mahkûm garsonun “profesyonel tavrı” ve “nezaketi” çekti dikkatimi her şeyden önce. Lahmacun sipariş ettik, “Acılı olsun” dedik. Tam bu sırada lahmacunu yapacak olan usta geldi aklıma, sahiden usta Urfalı olabilir miydi? Neden olmasın, mahkûm kalabalığı arasında mutlaka suç işlemiş Urfalı lahmacun ustaları da vardır dedim kendi kendime. Askere gittiğimde usta birliğinde bizi toplamış, mesleklerimizi sormuşlardı. Benden önceki arkadaşım “yazıcı” olmak istiyordu, gururla “gazeteciyim” demişti, “tamam foto, sen gazino fotoğrafçılığına” demişlerdi ona, ona bu görevi veren zabitin gözünde “gazeteci yazı yazandan çok fotoğraf çeken adam”demekti.

Mahkumlarınki de o hesap olmalı; evraklarına bakmışlar, doğum yeri........

© Habertürk