Bir mezar, üç hikâye!

Bir mezar kalmış aklımda. Yalnızlıktan kaskatı kesilmiş bir mezar. Kimsesiz. Kimin mezarı? Her söylenti bir efsane… Her efsane bir muamma… Eskiden, çok eskiden beri o mezar orada. Kimin kazdığını kimse hatırlamıyor. İçinde kim yatıyor, rivayet muhtelif… Bir meczubun mezarı diyen de var, umarsız bir aşkın girdabına düşmüş, o girdapta debelenirken içine düşen kıskançlık kurdunun her hücresini kemirdiği, kurdun bir ölü bir yaşayan hücreyi sırayla öldürüp ölümünü geciktirdiği azap dolu birkaç seneden sonra ufala ufala yumruk kadar kalan, en sonunda aşık olduğu adam tarafından öldürülen kadının mezarı diyenler de… Hayır ikisi de değil, bu mezar altı erkek kardeşi tarafından birer hançer darbesiyle öldürülen bir kuzuya aşık genç bir kızın mezarıdır diyenler de var.

İki yazıdır sözünü ettiğim Han Yaylasının yukarılarında, yüksek, çok yüksek; kuzeyinden bakınca böyle büyük bir yılanın telaşsızca kıvrılması gibi kıvrılan, başına buyruk, Musul Ovası’ndan Şatülarap’la birleşmeye mi, Basra Körfezine dökülmeye mi giden Büyük Zap’ın görüldüğü; güneyine dönünce dağın dağa yaslandığı, her dağın arkasında bir masal diyarı gizliymiş hissini uyandıran, geceleri bazı düzlüklerde şehir ışıkları yanıp sönen, yine aysız gecelerde uzak dağlarda farı yanık bir arabanın oyunbaz ışığının çocukları sevinçten havalara zıplattığı büyülü bir alemi ayaklarının dibine seren bir tepenin başındaydı mezar.

*

“Burası kendini yardan atmış bir meczubun mezarıdır” diyenlerin hikayesine göre mezarda yatan ölü kaçakçılıkla geçiniyormuş. İşi sadece sigara kâğıdı satmakmış. O sigara kağıtları ki üzerinde Arapça yazılar vardı. Arapça yazılmış her yazıyı kutsal kelam bilen birçok kişi, bu kağıtları görünce sigara içmekten vazgeçip kendilerinin yaptığı pipolara sarılmış. Üzerinde Arapça, kim bilir belki de ayet yazılı olan bu kağıtları yakan, mahşer günü sorgusuz sualsiz cehennem ateşinde kendini de yakar! Allah’tan böyle düşünenler azınlıkta, yoksa adam açlıktan ölecek, korka korka o kağıtlardan alıp kendi ektikleri tütünü saranlar onun geçimine yetecek kadar varmış… O da yükünü katırın sırtına vurur, yayla yayla dolaşır, üzerinde kutsal kelam yazılı sigara kağıtlarını tereyağı, yünle mübadele eder, çoluk çocuğunun rızkını tedarik edermiş. Çifti çubuğu, öküzü koyunu yokmuş. Ne yapsın, o da böyle bir geçim yolunu bulmuş işte.

Bir gün, yine kaçakçılardan böyle büyükçe bir kutu dolusu kâğıt satın almış. Onları köyde bir yerde saklamış. Köye jandarmalar gelince, kendi akrabasının rahatını kıskanan, kimse ondan daha iyi bir hayat yaşamasın diye haset içinde debelenen köylü bir akrabası “kaçakçı” diye onu ihbar etmiş, yakayı ele vermiş sigara kağıtlarıyla birlikte. Şehir merkezinde, zalim bir zabitin insafına kalmış, aylar sonra yarım insan olarak geri dönmüş köye, orada yaşadıklarını kimselere anlatmamış, dili lâl olmuş, gözleri boş boş bakıyormuş. Akrabaları, akranları, onu yakından tanıyanlar bir süre sonra teşhisi koymuş; bu adam aklını şehirde bırakmış!

Kendi dünyasına çekilmiş, herkesle selamı sabahı kesmiş, bütün köy ahalisine küsmüş. Kendisini ihbar edeni arayıp bulmamış. Sadece susmuş. Bir süre sonra da oğlunu askere gönderip bir daha yüzünü görmeyen, onun hasretiyle aklını yiyen köyün delisi kadınla arkadaş olmuşlar. Yaşadıklarını sadece o deli kadına anlatıyormuş. O kadın da ona her daim oğlundan bahsediyor, kim bilir nereden bulduğunu kimselerin bilmediği belindeki gizemli asker palaskasını göstererek oğlunun bunu ona köye gelen askerlerle gönderdiğini söylüyor, palaskayı öpüp öpüp başına koyuyormuş.

Onun da eli yatkın, kendini tahta kaşık yapımına vermiş. Metal kaşıkların köye girmediği yıllardır. Herkesin evinde sınırlı tahta kaşık var. O da tahta kaşık yapıyor, şık bir biçim veriyor, tam ne güzel kaşık oldu denecek bir aşamaya getirdiğinde elindeki keserle yaptığı kaşığı kırıyor, bu kez başka bir kaşık yapımına girişiyormuş.

Köyün ortasında coşkun bir ırmak akıyor. Bahar aylarında da yoluna ne çıksa alıyor, her şeyi öğüte öğüte akıyor. Görenler, nehir kafasını yiye yiye akıyor diyorlar. İşte o günlerden bir gün, deli kadınla nehir kenarında oturmuş suya bakarlarken, oğlunun kendi deyimiyle “Basılkesir”den bir daha dönmeyeceğine artık iyice kanaat getirmiş olacak ki kadın kendini nehrin azgın sularına atmış.

Adam elinde yeni yaptığı tahta kaşıkla öyle kalakalmış, uzun uzun hiç istifini bozmadan onu hayata bağlayan deli kadının arkasından bakmış. O an, bundan sonraki hayatını yalnız geçireceğini anlamış sanki. O günden itibaren tahta kaşık yapmaktan vazgeçmiş.

Yaylalarda ıssız tepelerde, günlerce tek başına dolaşmış durmuş. Uzaktan gördüğü her vahşi hayvana ulaşıp konuşmak istemiş. En çok da geniş kanatlı kartalları kovalamış. Başı hep gökyüzünde, onların hareketlerini taklit etmiş. Kollarını açarak, yerde onlar gibi uçmaya çalışmış. Bir gün yüksek bir yarın başında, iki kolunu da açarak kendini boşluğa bırakmış. Bir süre uçmuş, uçmuş. Günler sonra cesedini o........

© Habertürk