Ben ne dedim, alim ne anladı!

Şubat ayı içinde, kara bir kış günü; alayı “Türkiye Türklerindir” gazetesinden kovulmuş, hayatları boyunca Aydın Doğan’dan maaş alıp “Pravda”da çalıştıklarını sanan bir grup “eski solcu”, son yıllarda tekrar “yeni solcu” gazetecinin yazdığı bir haber sitesinde Ümit Kartoğlu’nun Hacettepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Tarih Ana Bilim Dalı’nda “Börkülüce, Torlak, Bedreddin: Eşzamanlı ve Eşgüdümlü Bir İsyan mı Yoksa Artzamanlı Üç Ayrı Olay mı” başlıklı Yüksek Lisans tezinin müellifi Bilal Güneş’le yaptığı ve adını “Altı yüz yıllık saptırma, seksen yıllık yanılgı: Şeyh Bedreddin olayının içyüzü” diye koyduğu bir mülakat okudum.

Başlığından çekti beni; bu arkadaş Şeyh Bedreddin olayına “seksen yıllık yanılgı” diyordu. Kimdi bu cesur adam? Bir tabuya çomak mı sokuyordu? Okumaya başladım, beş bölümlük yazı dizisinin ikinci bölümünü okuyunca diğer bölümleri beklemeden “İslam alimi nasıl komünistlerin şeyhi oldu?” başlıklı bir yazı yazdım.

Biliyordum, efsanelere, mitlere, uyduruk masallara fazla prim veren bir milletiz; bir zamanlar Horhor’dan satın aldıkları birtakım portreleri “paşa dedem” diye duvarına asan, herkesin kendine şanlı bir geçmiş aradığı, devletin vakti zamanında verdiği “Dümbelek, Zurna, Göbek” gibi soyadları beğenmeyip ilk fırsatta onları “Hacıkadirkıymetbiliroğlu”, “Şekerzadeşanlıkerimoğulları”, “Kılıçsevermollamahmutoğlu” gibi soyadlarıyla değiştiren bir gelenekten geliyoruz, bu yüzden benim bu yazım da birçok kişinin hoşuna gitmeyecek, bana hücum edecekler ama olsun, yazı yazıyorsan bunlara katlanacaksın dedim kendime, yayınladım yazıyı!

Nitekim öyle oldu, gelen bir iki saldırıya kulak asmadım ancak, yazı dizisini hazırlayan Kartoğlu’nun yazdıklarına gelen tepkileri, Bilal Güneş’le değerlendirdikleri “Yansımaları”nı okuyunca hafta sonu, bu yazıyı yazmak farz oldu.

Yazımın bir tezi vardı. Tezi de o arkadaşların büyük bir kısmına “sosyalizmin alfabesini öğretmiş” olan Murat Belge’den almıştım. Murat Belge, “Genesis” kitabında “kök arama maceramızı” edebiyat üzerinden okumuş; Kemalistlerin ve Bozkurtçuların bu kök arama “anlatısın”ı “Orta Asya”ya, İslamcıların Kemal Tahir’in şahsında “Osmanlıya”, Mavicilerin “Anadolu Medeniyetlerine”, sosyalist solcuların da “Şeyh Bedreddin”e dayandırdıklarını söylüyordu. Sosyalist solcuların bulduğu “anlatı” Nazım Hikmet’in cezaevinde yazdığı “Şeyh Bedreddin Destanı”ydı. Öyle ki 70’li yıllarda Şeyh Bedreddin, yazılan piyesler, şiirler, şarkılar, romanlarla “sosyalizme doğru yürüyen Türkiye’nin” tarihin derinliklerinde gelen Stalin’e benzer bir “önderi” payesine kavuşmuştu. Kuşkusuz bu doğru değildi, Bilal Güneş de kendi deyimile “zamanın en yüksek seviyedeki Sünni din adamı olan Şeyh Bedreddin'e” biçilen bu donu fazla bol buluyor, ona uygun don ne ise tekrar biçip kellesini vermiş olan “şeyh olmayan şeyh”in sıska bacaklarına geçiriyordu. Benim ilgimi çeken ve sözünü ettiği yazıyı yazmama sebep olan şey de buydu, zira bu çaba kıymetliydi, bir tabuyu deviriyordu.

Meğer öyle değilmiş, değil tabu devirmek, tam tersine tabu inşa etmek için elinde mala şakul, ha bire duvar ören bir alim varmış karşımda. Ben onun fikrine çomak sokmuşum gibi, almış karşısına “vakanüvisi” Katroğlu’nu, “Şunu da yaz, şunu da yazmayı unutma o dönek hakkında” deyip bana jargonu ne verdiyse verip veriştiriyor.

Hocam sakin ol! Sakin ol ve tane tane konuşalım!

Önce Zülfü Livaneli meselesinden başlayalım. Mülakatın ikinci bölümünde, Şeyh Bedreddin efsanesinin oluşumunda Livaneli’nin rolünü şöyle açıklıyor Bilal Hoca:

“Bunda (Börklüce’nin Aleviliği-mk) da Zülfü Livaneli’nin, bir Alevi deyişindeki ismi değiştirerek söylemesinin rolü olduğunu düşünüyorum. Sen de bilirsin, ‘Akdeniz yakası Aydın elleri / Kuşlar gider bizim Dede Sultan’a’ diye başlayan deyişteki Dede Sultan nedeniyle böyle bir bağlantı kuruluyor.”

Devamında şu paragrafı var:

“(…) Söz konusu plağın yapımcısı Zülfü Livaneli’dir. Aslen Veli Abdal, Kul Veli, Derviş Veli ya da Pir Veli adlarıyla bilinen 19. yüzyıl Sivaslı (İğdecik/Şarkışla) halk ozanına ait olan bu deyişin son kıtasındaki bazı sözcüklerin yerine, Şeyhoğlu Bedreddin Bektaşi Veli ve Dede Sultan ibareleri konulmuştur. Livaneli daha sonra, sanırım 70’lerin sonlarında kasete okuduğu bu deyişteki tüm ‘Abdal Musa’ları, ‘Dede Sultan’ olarak değiştirmiştir. (…) ‘Dede Sultan’ ibaresine özel bir anlam yükleyen Alevi dostlarımız, buradan hareketle Börklüce’nin Alevi olduğuna inanırlar. Livaneli’nin bu ibareyi bir Alevi deyişine monte etmesi de bu inancı kuvvetlendirir.”

Bütün bu bilgileri Hocamın mülakatında okuduktan sonra “Yetmez, Börklüce’yi de Alevi yaparlar. Bilal Güneş’e göre bu yanlış bilgiyi yayanlardan birisi de Zülfü Livaneli’dir,” diye yazdım. Vay sen misin onun söylediklerini böyle bozuk para yapan! Hocam küplere binmiş, “ben böyle bir şey demedim” diyor. Benle Zülfü Livaneli arasında bir polemik yaşandığı için Livaneli’ye husumetim varmış! Hocam, Livaneli’yle şimdiye kadar hiç polemik yaşamadım. Bir iki yazımda eleştirdim onu, “Abdülhamit” romanında, “Abdülhamit’in aslında seküler-laik bir padişah olduğunu, (tutamazsa kendini belki de solcu olduğunu söyleyecek), İslamcılara kaptırmamak gerektiğini” söylediği için birkaç şey yazdım, bir iki kez de “Yiğidim Aslanım Burda Yatıyor” şarkısını söylerken öldürülen o çocukların anneleri babalarıyla empati yapmaya davet ettim kendisini, o da cevap vermedi, hepsi bu kadar.

Şimdi yukarıda uzun uzun alıntıladığım sözlerini tekrar okuyun hocamın, beni haksız buluyorsanız, cezama razıyım.

Bu arada Livaneli de kendini savunan bir açıklama göndermiş Kartoğlu'na. Açıklamada “1975'te kaydettiğim albümdeki Şeyh Bedreddin bölümüne Dede Sultan deyişini monte ettiğim doğrudur. Bu tercihte hem müzikalitenin hem de deyişte geçen coğrafi bölgenin etkisi var” diyor (ne demekse?) ve devamında kendi ayarındaki Homeros, Shakespeare, Robert Graves, Nazım Hikmet gibi büyük sanatçıların benzer şeyler yaptığını söyleyip, benim yazımda üzerine basa basa vurguladığım tezimi; Ernest Renan ‘Hiçbir ulus devlet, geçmişi çarpıtılmadan yaratılamaz’ demişti. Belki bu görüş bütün devletler ve ideolojiler için doğrudur” diyerek beni teyit edip kendini savunuyor. Yani bile bile “geçmişi çarpıtmış” oluyor kendisi. Yalnız benim anlamadığım, Livaneli ve diğer solcu sanatçılar “geçmişi çarpıtırken” Kemalistlerin "geçmişi çarpıtarak" kurduğu "ulus devletin" yerine yeni bir “ulus devlet” mi kuracaklardı yoksa “proletarya diktatörlüğünü” mü getireceklerdi; orası da izaha muhtaç, belki Hoca bizi aydınlatır bu hususta.

Livaneli’nin kendini savunması........

© Habertürk