Aşk, yemek, bir de kepçe kulaklar…

İlkbahardan firar etmiş şurup gibi bir hava vardı dışarıda. Kulaklıkları taktım kulağıma, bastım telefonun düğmesine, attım kendimi dışarı. İki tarafı huş ve köknar ağaçlarıyla kaplı uzun yolun sonu yok, yürü yürüyebildiğin kadar. Yoluma hep çıkan, yanından her geçtiğimde aklıma uzak ırmakları getiren, artık iyice incelmiş derenin üzerine yapılmış tahta köprüyü geçiyordum ki bir sincap atladı yola. Beni fark etti hayvan ama kaçmadı. Huş ağacının dibinde bir şey bulmuştu. Kemirmeye başladı. Rahat yesin diye durdum, uzaktan seyretmeye başladım onu. Yediği şey her neyse, kabuklarını öyle ustalıkla sıyırıyordu ki… Ama aslında ben ne sincapta ne ırmakta ne tahta köprüde ne de uzak anıların dünyasındaydım.

Canan Çiftel, o harikulade müzikal tınıyı hiç kaybetmeyen sesiyle bana Tolstoy’un “Anna Karenina”sını okuyordu iki günden beri. Sesi, çoğu zaman yatağa girdikten sonra bana çocukluğumda masal anlatan tanıdık bir sese benzemişti artık. Çocukluğumuzda duyduğumuz bütün masallar güzel; onları bize anlatan bütün sesler zaman içinde, biz büyüdükçe birbirine karışır, daha sonra tek ses olur, en çok ihtiyaç duyduğumuz bir anda da gelir, nerede olursak olalım mutlaka bulur bizi; işte o zaman bize çocukluğumuzda güzel gelmiş olan masal güzel olmaktan çıkıp ufkumuzu genişleten bilince dönüşür.

“Aşk elbise gibi seçilen bir şey değil” diyor Tolstoy dinlediğim romanda, “bunu beğenmedim şu olsun, hayır hayır bu olsun” diyebileceğimiz bir şey değil yani. “Aşk gezer”, nerede çıkar insanın karşısına bir tek aşk bilir. Bazen, karanlık bir sokağın köşesinde pusu kurmuş bir katil gibi aniden fırlar iki kişinin önüne, ikisini de yere serer. Yıldırım da böyle çarpar, kör bir hançer de böyle saplanır döşe, yüksek bir yerden da böyle çakılır yere.

*

Vronski’nin annesi Petersburg’tan kalkan trene o gün binmemiş olsaydı, Moskova’da kocası tarafından aldatılmış ablasını teselli etmek üzere bir çocuk annesi, kendisinden yirmi yaş büyük yüksek katlarda soylu bir bürokratla evli Anna da aynı trene binmeseydi, tesadüf ikisi de aynı kompartımana düşmeseydi; Vronski annesini karşılamak için o gün Moskova garına gelmeseydi, Anna ile Vronski istasyonda bu vesileyle karşılaşmamış olsaydı, belki de kitabın sonuna doğru Anna, tıpkı o gün şahit olduğu bir kazada olduğu gibi kendini daha sonra trenin altına atmamış olacak, biz de tam iki yüz seneden beri talihsiz Anna’nın ölümüne hıçkıra hıçkıra ağlayıp kederli gözyaşları dökmeyecektik arkasından. Kitabın bir yerinde bir arkadaşı Anna’ya, “ne kadar mükemmel bir insanınsın, tıpkı roman kahramanlarına benziyorsun” der. Tolstoy, roman kahramanını romanın sayfaları arasından çıkararak bizim gerçek dünyamıza sokar böylece. Bir süre sonra onun roman kahramanı olduğunu unutur, tanıdığımız bir yakınımız ölmüş gibi onun intiharına ağlarız.

*

Vladimir Nabokov “Rus Edebiyatı Dersleri”nde, insanı en çok üzen şeyin, gerçekle yüz yüze geldiğinde kendi benliğini her zaman tanıyamamış olması olduğunu söyledikten sonra, çok sevdiği şu hikayeyi anlatır bize:

“Tolstoy, yaşlılığında, kasvetli bir gün, roman yazmaktan vazgeçişinden yıllar sonra, eline rastgele bir kitap almış, ortasından okumaya başlamış, ilgilenmiş, çok hoşlanmış romandan, sonra adına bakayım demiş ve görmüş ki; Anna Karenina, yazan Leo Tolstoy.” (age, s. 198)

*

Tolstoy, edebiyat aleminin en büyük kâşifidir. Keşfettiği şey, yine Nabokov’a göre; hayatı, çok hoşa gidecek bir biçimde, tastamam, biz insanoğullarının zaman duygusuna denk düşecek biçimde canlandırmasıdır. Canan Çiftel kitabı sayfa sayfa kulağıma okurken, benim de aklımdan tam da buna benzer bir şey geçiyordu. Kitabın zamanı, daha doğrusu Tolstoy’un anlattığı zamanla benim yaşadığım zaman üst üste binmiş, tek bir ana dönüşmüştü. Ben iki tarafı huş ve köknar ağaçlarıyla kaplı uzun yolda, ormanın gümbürtüsünden azade yürüyordum, Levin ile Oblonski bir otelin lokantasında yemek yiyorlardı. Sanki onların saatiyle benim saatim aynı gidiyordu. Onlarla beraber aynı masada ben de vardım, ben onları görüyor, onlar benim farkında değildi. Tolstoy, roman kahramanlarını değil, bizi çok iyi tanıyan bir yazardır. Onun aklı fikri kahramanlarında değil, o her şeyden önce bizi düşünür. Roman kahramanlarının davranışlarını bizim davranışlarımıza göre ayarlar. Nabokov’un “aynı giden saat” dediği şey bu olsa gerek.

*

Romanın başlarında, daha onuncu bölümde karşımıza çıkan bu yemek sahnesi, romanlarda kurulan en iştah açıcı sofralardan birisidir bana göre. Köyden şehre yeni gelmiş Levin -ki birçok eleştirmene göre, daha çok da Nabokov’un demesiyle- Tolstoy’a en yakın karakterdir, şehrin hayhuyunu bırakmış, köye çekilmiş, tarımla uğraşıyor. Oblonski ise, tam bir şehir züppesi. Yemekleri daha çok o seçer, Levin hiç özel bir şey istemez.........

© Habertürk