"Lan gardaş bu nasıl yara?"
Ahmet Kaya 25 sene önce bugün öldü.
Siz bakmayın şairin, sürgünde kalbi duran Nazım Hikmet için “Haziran’da ölmek zor” demiş olmasına; sürgünde ölmek zordur amenna ama en zoru sürgündeyken Kasım’da ölmektir. Hele Paris’te…
Zira Kasım ayında Paris’te, Montmartre’da bir ressam bırakır fırçasını, gökyüzü grinin bütün tonlarına çoktan boyanmıştır çünkü. Sis taş kaldırımlara rengini dökmüş, sabahları verilen her nefes buğuludur artık. Ağaçlar, son sarılarını da silkelemiş, rüzgâr o yaprakları da alıp bir sessizliğe sürüklemiştir çoktan. Ne kıştır ne sonbahar… Gökyüzü boz kurşuni, şehir kasvetli, kalpler daha hüzünlü, herkes bir an önce kar yağsın diye bekler. Yağmur ara ara bir kamçı gibi döver cafelerin camlarını, kahve fincanının dumanına çaresiz sürgünün soluğu karışır. Tren garlarında yankılanan her ayak sesi, memleketten bir şarkıyı hatırlatır ona.
Kasım zamansız, boğucu, öldürücü bir hüzündür bir sürgün için bu şehirde. “Geçmiş tükenmiştir, yarınlar yok, hayat yenilemez onları, yolları hiçbir bozkırdan geçmez, hiçbir sokağın sonunda deniz yoktur”. Her şey kapı arkasına iliştirilmiş bir vestiyere asılmıştır; yaşanılan günler de biriken umutlar da sonu gelmeyen o kâbus dolu uzun geceler de… Bütün sesler susmuş, sadece iç sesini işitir sürgün. O ses ona daima memleketten bir ezgi, bir çocukluk hatırası getirir. O kahredici dipsiz gecelerde hoyrat yıldızlar düşer aklına memleket göğünde parlayan. Suyu paslı demir gibi ağırdır yabanın, ekmeği tuzlu… Emanet gibi duruyor ona arada bir gökyüzünde gördüğü asma fener, mehtaplı gecelerini özler o İstanbul’un. İçini ısıtacak tek bir sıcaklık varsa, sabahın erken bir saatinde memleket fırından alınmış buğusu tüten somundur.
Ev uzakta değildir, bir uçağa binsen üç saat sonra aha sana memleket ama kar yağmadığı halde, rahmet kesmediği halde evin yolu sonsuza kadar ona kapalıdır.
Rüzgâr olmadık fısıltılar getirir sürgünün kulağına. Her sonbahar biraz vedaysa, her Kasım biraz Paris’tir.
Hadi kırmayalım şairi, “Haziran’da sürgüne gitmek zordur” diyelim; 16 Haziran 1999’da “sürgüne” gitti Ahmet Kaya, 17 ay sonra, 16 Kasım 2000’de Paris’te sekteyi kalpten gitti. Sürgün onu kalbinden vurmuştu. Birçoğumuz için dün sanki ama aradan tam çeyrek asır geçmiş.
Bir ömür gibi uzun, bir şarkı kadar kısa...
Sesiyle isyana kalkışmıştı. Kudretli şairlerin kelimeleriyle yara yoklamıştı huzursuz kalplerde. Kimsesizler mezarlığına defalarca Fatiha okumaya gitmiş, bir ezginin ucuna asmıştı umudu. Ve başını belaya sokmuştu. Bugün geriye dönüp baktığımızda aradan tam 25 yıl geçmiş, anlayacağınız çeyrek asır önceydi.
Daha o şarkıyı söylememişti. “Kürtçe bir şarkı söyleyeceğim” demişti sadece. Söylemediği bir şarkı için vahşi, azgın bir sürünün saldırısına uğramıştı. Ve o gece onun için “Uzun Bıçaklar Gecesi” olup çıkmıştı.
1999 yılının 14 Şubat gecesi, onun şahsında bu memleketin kalbine saplanmış paslı bir hançer gibi duruyor hâlâ. Abdullah Öcalan, Suriye’den çıkartılmıştı, İtalya bir ev vermişti ona bir süre önce. Biz İtalyanlara ait ne varsa yok etmeye kararlıydık. Makarna bile düşmanımız, sebze kasaları bile hasmımızdı. Gazeteciler, anlı şanlı köşe yazarları o “Dallama”ya (o zamanki İtalya Başbakanının bizdeki adı buydu) gününü göstermek için Roma yollarına düşmüştü. Onuncu Yıl Marşı en “hit” parçamızdı.
İşte böyle bir atmosferde çıkmıştı onun ağzından o sözler. Kürtçe bir şarkı da onu söyleyecek sanatçı da düşmandı ve “ŞEREFSİZ” düşmanın bu topraklarda yaşamaya hakkı yoktu.
Ahmet Kaya o gece “Kürtçe bir şarkı söyleyeceğim” demekle bir dilin gasp edilmiş hakkını talep ediyordu aslında. Ama o gece, “milli hislerin” göğe vurduğu o ortamda bu memleket o sese kulaklarını kapatmış, öfkesini kusmak için hançeresini açmıştı. Çatal bıçaklar, küfür hakaretler uçuştu havada, yuhalandı, üzerine bir hınç seli geldi. O gece bir ülke sadece bir sanatçıyı linç etmiyordu, o gece bir ülke kendi zavallı öfkesine yeniliyordu.
Bir anda sahnede bulunan mikrofon, etrafa müziğin huzur verici nağmelerini yayan bir alet olmaktan çıkmış bir mahkeme kürsüsüne dönüşmüştü. Densize haddi bildirmek isteyen mikrofona gelsindi! Peş peşe gittiler mikrofona, bir anda tek sesli bir koro oluştu. O büyük icracıyı, memleketin o zamana kadar yetiştirdiği o en büyük ses sanatçılarından birisini marşlarla dövdüler, dövdüler, memleketi dar edinceye kadar dövdüler...
Bir anda büyüyüp gazete sayfalarına sirayet eden o tek sesli mahşeri koro, ertesi günden itibaren marşları bırakıp hançeresini yırta yırta “DEFOL” diyen kesin bir emre dönüştü.
Sahiden, memleketten kovdukları Ahmet Kaya kimdi? Ölümünün on dördüncü yılında şöyle yazmıştım:
O Kürtçe bilmeyen bir Kürt’tü. Kürt olduğunu öfkeyle haykıran bir Türk’tü. Polis gecesine çıkacak kadar polisle dost, “yasal mermisiyle yaklaşmakta olan bir komiserden” kaçacak kadar “başı belada” bir firariydi. Devleti sevmeyen bir ülkücüydü.
Hiç dağa çıkmamış bir dağ sevdalısıydı. Şarkıları ve sesiyle insanı dağlara çağıran bir isyankârdı, ama o isyanı durdurmak için göğsünü siper yapacak kadar da........





















Toi Staff
Penny S. Tee
Gideon Levy
Sabine Sterk
Mark Travers Ph.d
Gilles Touboul
John Nosta
Daniel Orenstein