"Deli Kont"un esrarengiz kitabı

Bundan tam otuz sene önce karlı bir kış günü, çok uzun bir süreden beri görüşmediğimiz, görüşmediğimiz zamanlarda da bize hep görüşüyormuşuz gibi gelen arkadaşlarımdan biri Ankara’dan İstanbul’a beni görmeye geldi.

Gelişi -tesadüfen galiba-, doğum günüme denk gelmişti. (Gerçek doğum günümü bilmem, kimlikte yazılanı esas alırım bu yüzden.) Hediye alınması en kolay insanlardan biri olduğumu söylerlerdi dostlarım eskiden, bir kitap benim için hediyelerin en büyüğüydü çünkü! O arkadaşım da bana bir kitap getirmişti. Uzun süreden beri beklediği bisiklete kavuşan bir çocuk sevinciyle kitabı paketinden çıkardım, kapağını gördüm, evirip çevirmeden dostumun yüzüne baktım. Hüzün bulaşığı munis gözlerinde tebessüm karşımı bir ifade belirdi, “en hikâye müptelası arkadaşım olduğun için” dedi. Kitaptan hiç bahsetmedi sonra, başka şeylerden konuştuk.

Kitap, birkaç sene evvel Murathan Mungan’ın Remzi Kitapevi için hazırladığı Çilek Serisi’nden çıkmıştı. Hani amblemi Ömer Erduran’ın tasarımı o şahane çilekli kitaplar vardı ya, o seriden. Ne güzel kapaklardı onlar! Dikdörtgen çerçeve içinde kırmızıyla yazılmış “Zaragoza’da Bulunmuş El Yazması, Jan Potocki” yazısı altın sarısı kahverengi karışımı bir eski sandık mı desem, kapı mı desem, duvar mı desem zeminin üzerinde o kadar güzel duruyordu ki. Kitap kütüphanemde bir yer buldu kendine. Arada bir elime geçerdi, biraz karıştırır bırakırdım. Hiçbir zaman okumaya yeltenmedim ama hep orada, gözümün önünde bir yerde durdu. Bir süre sonra o şahane ismi belleğimin bir yerine yerleşti, aradan zaman geçtikçe kitabı okumuş gibi hissetmeye başladım. Kitabı okumuş muydum, o güzelim isminin zaman içinde hafızamda aldığı yere uygun olarak o isim altında birtakım hikayeler uydurmuş, uydurduğum o hikayeleri de o kitapta okumuşum gibi mi gelmişti bana bilmiyorum ama yazarın adını hiç aklıma getirmeden o başlık altında bir yığın hikâyeye aşina olduğuma sanmaya başladım zamanla. O andan itibaren hiç kimse o kitabı okumadığımı söyleyemezdi bana. Hani mevzu açılsa bir mecliste, bir arkadaş muhabbetinde adı geçse o kitap üzerine bir araba dolusu laf edebilirdim, o derece yani.

Ne zaman kütüphanemde eşelensem, her defasında elime değen kitabı aradan geçen onca yıla rağmen neden okumamışım acaba sorusunu sorarken buldum kendimi. Çok merak ettiğim halde, bu sorunun cevabını hâlâ bilmiyorum. Okunmamış bir kitap olarak orada kalsın istiyordum galiba veya kitapta karşılaşacağım hikayelerin, benim o kitaba dair uydurduğum hikâyeden daha kötü olacak da hayal kırıklığına mı uğrarım, dolayısıyla bana onu hediye getiren arkadaşımın fikrine halel gelir diye mi düşündüm bilmiyorum, ama kitap otuz sene boyunca hep yakınımda durdu, bense ondan hep uzak bir yerde yaşadım.

Birkaç sene önce İsveç’e götüreceğim kitaplarımı seçerken, hiç tereddütsüz onu da kutulardan birisine yerleştirdim, yeni evimizde de kütüphanemdeki yerini muhafaza etti kitap. Orada da okumaya yeltenmedim.

*

Kendi memleketini, başka ülkeleri, başka coğrafyaları, farklı iklimleri gezip görmeden onları kitaplardan öğrenmiş (lise birinci sınıftayken 1981 yılında Atatürk’ün doğumunun yüzüncü yılı münasebetiyle Robert Koleji’nin misafir ettiği İstanbul’u görmemiş beş ilin beş başarılı öğrencisi arasında ben de vardım Hakkari’yi temsilen, kolej öğretmenleri bizi İstanbul’da gezdirirken, gittiğimiz her yeri bildiğimi söylüyordum hocalara, onlar da benim onları kandırdığımı, daha önce İstanbul’u gördüğümü sanıyorlardı, oysa onların bize tanıttığı her yeri daha önce ben romanlardan, hikayelerden okuyup öğrenmiştim, İstanbul’a da ilk defa geliyordum, derdimi anlatamadım!) gezdiği, gördüğü her yeri okuduklarıyla karşılaştırmış veya gitmeden önce oraya dair kitaplarda yazılanlara başvurmuş bana, geçtiğimiz mayıs başında, güzel bir bahar günü İspanya’ya gitme fırsatı doğdu.

Oldum olası bu ülkenin her şeyi çekiyor beni. Modern romanın babası Servantes’in, büyük resim dâhileri Goya’nın, Picasso’nun, Dali’nin, Miro’nun, kurşuna dizilirken dudağının kenarında kederli bir tebessüm asılı kalmış kırılgan şair Lorca’nın memleketi olmasından çok; aşina olduğumuz bizden bir kokunun, kehribar bir tütsü kokusunun kesif portakal kokularıyla hemhal olduğu bir coğrafya, Avrupa’yla aramızda kurulan ilk köprü olmasıdır belki de; neredeyse İber Yarımadası’nda yaşayan herkesi hemşerim sanıyordum. Mesela deniz ürünlerini çıkar, diğer malzemelerle yapılan (etlisini, otlusunu) milli yemekleri “paellayı”,hayatında adını hiç duymamış olan rahmetli annem onlardan güzel pişirirdi. Hele o şiirsel şehir isimleri: Kurduba, Granada, Zaragoza ve ötekiler… Gidersem eğer oraya Ziryab’ı, bir caminin avlusunda, sırtını duvara vermiş, odunu ağlatırken göreceğimi sanırdım. “Zaragoza’da Bulunmuş El Yazması” kütüphanemde her elime geçtiğinde buna benzer hislerle dolardım.

Gittim, Madrid’i, Toledo’yu, Kurduba’yı gezdim; heyhat, düşündüğüm şeylerden eser yoktu. Vakti zamanında dünyanın en büyük camisi olarak kabul edilen, onların “Mesquita” dediği Kurtuba Camii, Müslümanlar orayı terk ettikten sonra kiliseye çevrilerek adı “Göğe Alınan Meryem Ana Katedrali” olmuş, o muhteşem eserin içinde yıkmadan bıraktıkları neredeyse tek bölüm anahtar deliği biçiminde inşa edilmiş olan o dehşet güzel mihrabı ve mihrabın çevresinde yazılmış olan kufi yazılardı. Endülüs Emevileri’nin bu topraklar üzerinde inşa ettiği uygarlığın hiçbir izi kalmamıştı, oysa tarihçiler buraya gelmiş Müslümanların, bırakın diğer yapıları, buralarda inşa ettikleri sadece cami sayısını altı yüz olarak geçirmişlerdi kayıtlara.

Belki de onlardan farkımız, biz onlardan kalanları muhafaza ettik yarım yamalak da olsa, onlar ise bizden kalan hiçbir şeyi bırakmamışlardı.

Kalan tek şey, bizden aldıkları hikayelerdi. O hikayelerin ana menbaı olan “Bin Bir Gece Masalları”ydı ve buraya sefir olarak atanan Yahya Kemal’in ilk bakışta hissettiği gibi “zil, şal ve gül”dü. Gerisi tarumardı.

*

Döndükten sonra, gördüklerimi edebiyatla cilalayayım diye tekrardan “Don Kişot”u okumayı düşündüm. Rafta ararken bir anda elime “Zaragoza’da Bulunmuş El Yazması” geldi tekrar. Belliydi, bu kitap peşimi bırakmayacaktı.

Elime aldım kitabı. Otuz yıldan beri her vesileyle bana göz kırpan kitap sanki........

© Habertürk