Yılın en iyi filmlerinden biri

“Tren Düşleri” (Train Dreams), Denis Johnson’ın 2011’de yayımlanan ve önemli ödüller kazanan aynı adı novellasından sinemaya uyarlanan bir film… Novellanın özetini okuduğunuzda, yönetmen Clint Bentley ile Greg Kwedar’ın imzasını taşıyan senaryonun, sadık bir uyarlama olmadığını görmeniz mümkün. Ana karakter Robert Grainier’ın hayat öyküsü ve başına gelen trajik olaya baktığımızda, önemli değişiklik yok belki ama detaylara indikçe yorum farklılıkları göze çarpıyor.

Açılış sahnesinde anlatıcının (Will Patton) sözünü ettiği “eski dünyaya açılan geçitler”, zihnimizde fantastik bir hikâye seyredeceğimize dair izlenimler uyandırsa da süre ilerledikçe, filmin kendisinin bir bütün olarak “ABD’nin geçmişine açılan geçit” olduğu anlaşılıyor. Kaldı ki, fantastik değil, gerçekçi bir anlatının içindeyiz.

Gladys’i (Felicity Jones) görene ve onunla birlikte olana kadar Grainier’ın (Joel Edgerton) hayatta önem verdiği hiçbir şey yok. O yüzden çocukluk ile Gladys arasında olup bitenler de pas geçiliyor. Çünkü Gladys ile tanışması ve kızının doğumuyla birlikte hayat ilk kez anlamlı hale geliyor onun için. Sevgiyi ve mutluluğu tadıyor; ailesine daha iyi bir hayat kurmak için planlar yapıyor.

“Tren Düşleri”ni, benim gibi hakkında hiçbir şey bilmeden seyretmeye başlamışsanız, “bir süre sonra kötü şeyler olacak” hissini üzerinizden atamıyorsunuz. Grainier’ın eşiyle kızının yanında geçirdiği günler için “hayatımın en mutlu dönemi” demesinden sonra felaketin yaklaştığı belli oluyor zaten.

“Tren Düşleri”nde, 20. Yüzyıl ve ABD tarihine kendi halindeki bir orman işçisinin bakış açısından tanık oluyoruz. Kuşkusuz, sınırlı bir bakış açısı ve filmin konsepti de tam olarak bu aslında… İyi kalpli bir oduncuyla birlikte hepimizi aşan o büyük hakikat üzerine düşünmek, hayatı anlamaya çalışmak…

Robert Grainier, birçok yazar ve sinemacının ana karakter olarak tercih edeceği biri değil. Filmin başında ve sonunda anlatıcı tarafından altının çizildiği gibi ömrü boyunca kendi küçük dünyasında yaşamış, okyanusu hiç görmemiş, telefonla hiç konuşmamış, 20. Yüzyıl modernleşmesinden çok fazla nasiplenememiş biri. Buna karşılık, “Amerikan ruhu” dediğimiz şeyi ülkedeki birçok insandan çok daha iyi deneyimleyip anladığı kesin. Küçük bir çocukken 100 Çinli ailenin yaşadığı şehirden zor kullanılarak nasıl uzaklaştırıldığına tanık oluyor mesela. Yine aynı dönemde kavga sırasında yaralanan ve hasmı tarafından zalimce ölüme terk edilen bir adama (Clifton Collins Jr.) su veriyor, elinden hiçbir şey gelmediğini görüyor. Sadece zorbalık ve şiddetin toplumun içine nasıl nüfuz ettiğini keşfetmiyor, adaletsiz bir ülkede yaşadığını da kavrıyor. Film boyunca ülkedeki yasaların ve hukuk sisteminin insan hayatını koruduğuna dair hiçbir şey görmüyor. Buna karşılık, yargısız infazın doğal ve normal kabul edildiği bir ülkede yaşadığını fark ediyor.

Grainier, köprü inşaatında çalışırken neyle suçlandığı dahi belli olmayan Asyalı işçinin (Fu Sheng) hemen yanından apar........

© Habertürk