Yusuf nabi ve edebi merkezine alan şiiri'ne dair..


1641 senesinde Şanlıurfa’da, Yusuf Nâbî isminde bir çocuk dünyaya gelir. Büyüdükçe hikemi şiirler yazmaya başlar.

Peygamber âşığı olarak büyüyen bu güzel insan 1678 tarihinde, o zamanın devlet ricaliyle birlikte Hac vazifesini ifâ için yola düşer.


Nâbî çok heyecanlıdır. Zira peygamber âşığı olan bir şair için Medine onulmaz bir mutluluktur. Lakin yol çok uzundur. Yolda bir müddet dinlenirler.

Herkes oldukça yorgundur. İçlerinden bazıları istirahate çekilirler. Tam bu esnada Yusuf Nâbî’nin dikkatini biri çeker.

Dikkatini çeken bu adam bir paşadır ve paşa ayaklarını Medine’ye, âlemlere rahmet olarak gönderilen Efendimizin (a.s.v.) mübarek istirahatgâhına doğru uzatarak yatmaktadır. Nâbî’yi derin bir elem sarar. O anda kalbine iltica eden ilham ile şu naatı okur:

“Sakın terk-i edepten, kûy-i Mahbûb-i Hudâdır bu; Nazargâh-ı ilâhîdir, Makam-ı Mustafâdır bu.

Felekte mâh-ı nev, Bâbus-selâmın sîne-çâkidir;
Bunun kandîli, cevzâ matla-ı nûr-i ziyâdır bu.

Habîb-i Kibriyânın, hâbgâhıdır fazîlette; Tefevvuk kerde-i arş-ı Cenâb-ı Kibriyâdır bu.

Bu hâkin pertevinden oldu, deycûr-i adem zâil;
Amâdan açtı mevcûdât, çeşmin tûtiyâdır bu.

Murââd-ı edeb şartıyla gir Nâbî bu dergâha;
Metâf-i kudsiyândır, bûsegâh-ı enbiyâdır bu.”

Paşa, saygısızlığını ikaz eden bu şiir karşısında utanır. Hemen toparlanarak Nâbî’ye döner ve der ki:

Bu şiiri ne zaman yazdın?

Az önce yazdım.

Peki bu şiiri başkalarına okudun mu?

Hayır ilk defa okudum. Sizden başka da duyan olmadı.
Paşa bunun üzerine bu mevzunun aralarında bir sır olarak kalmasını rica eder. Nâbî bu ricaya sükût ile cevap verir ve konu kapanır. Ardından kafile yol çıkar.

Bir sabah ezanı vaktinde Medine’ye ulaşırlar. Şehre edeple girerler.
Lakin ezandan önce müezzinlerin dudaklarından dökülen cümlelere şaşırır kalırlar.

Medine’de bulunan........

© Habername