Çilekeş Ülkücülerin hatıraları (Yakından Tanıdığım Taşmedreseliler)

“Türkler hep tarih yapan bir millet olmuş ama tarihi yazma işini başkalarına bırakmıştır. Biz ülkücüler de aynı atalarımız gibi yaptığımız tarihi kendimiz yazmadık ama bu fasit daireyi kırma zamanının geldiğine inanıyorum.”

“Ülkücüler bu coğrafyanın en çilekeş neslidir.” desem mübalağa yapmamış olurum.

Özellikle 1970 ve 80’li yıllarda yaşayan ülkücüler milli ve manevi hassasiyetleri gereği ülkenin içinde bulunduğu duruma müdahale etmiş ve sonunda yaşanan olaylar sebebiyle bunun çilesini de çekmiştir.

Bu süreçte ülkücü hareket binlerce mensubunu şehit verdi, binlercesini gazi yaptı ve yine binlercesi de adına “Yusufiyeliler”, “Taş Medreseliler” adını aldıkları cezaevlerine düştüler.

Her ne kadar ülkücüler girdikleri cezaevlerini “Yusufiye Medreselerine” çevirseler de çilenin her türlüsüne muhatap oldular. Özellikle 12 Eylül darbecileri kotardıkları 1980 darbesinden sonra cezaevlerini birer zindana çevirdiler. Ülkücüler bu zindanlarda değişim işkencelere, baskılara, zulümlere maruz kaldılar. Mamak gibi yerlerde Namaz takkesi taktı diye şehit edilenler oldu. İstiklal marşı okumadı diye işkencelerden geçirildi. O dönemin çilekeş neslinin en azı on yıl hapis yattı. 1992 yılında çıkarılan bir afla dışarı çıkan ülkücüler bu kez de hayat mücadelesi ile savaştı. 18-20 yaşlarında gençliğinin baharında cezaevine giren bu çilekeşler 30-32li yaşlarda dışarı çıkında esas savaşın hayat mücadelesi olduğunu gördü. Ama onlar yılmadı, yıkılmadı ve 1980’lerde verdikleri şanlı mücadelenin bir benzerini de hayat mücadelesine karşı verdiler.

Her zaman söyledim ve yine söylüyorum: Bu çilekeş neslin henüz tarihi yazılmadı. Verdikleri şanlı mücadeleler kaleme doğru dürüst alınmadı.

Alınmadı derken lokal olarak çilekeş ülkücülerin yaşadıklarını yazmayanlar yok değil. Bireysel olarak buna çaba gösteren birçok arkadaşımız oldu. Çoğu ya roman tarzında ya da hatıra tarzında yaşadıklarını kaleme aldı. Ama bunun yeterli olmadığını düşünüyorum. Aslında bu çilekeş neslin romanları yazılmalı, piyesleri oynanmalı, sinemalarda filmleri çekilmeli ve verdikleri şanlı mücadele tarihe mal edilmelidir. Çünkü milli ve manevi değerlerle yetiştirilecek olan gelecek nesillerin bu şanlı mücadeleden alacakları çok büyük dersler var.

Ülkücülerin yaşadıkları çileli hayatlar hakkında kalem oynatanlardan biri de kendisi de on yıldan fazla cezaevinde yatan ülküdaşımız Fahrettin Masum Budak’tır. Budak, Türk düşüncesi ve ülkücü hareket ile ilgili yazıları ve eserleriyle tanınan bir yazardır. Ülkücü camianın içinde yer alan ve özellikle milliyetçi, ülkücü bir perspektiften sosyal, kültürel ve tarihsel konuları ele alarak eserler vermiştir.

Fahrettin Masum Budak, özellikle Türk milliyetçiliği ve ülkücü hareketin düşünsel altyapısını anlamaya yönelik çalışmalar yapmıştır. Ülkücü düşünceyi savunmuş ve bu bağlamda birçok önemli yazı yazmıştır. Türk milliyetçiliği, Osmanlı tarihi ve Türk devlet anlayışı üzerine yaptığı derinlemesine analizlerle tanınır.

Budak, kaleme aldığı eserlerinde sıklıkla, Türk milletinin kültürel mirası, milliyetçilik anlayışı ve ülkücü hareketin temel felsefi öğeleri ile birlikte Türk dünyasının güncel sorunlarına dair görüşleri ön plana çıkarmıştır.

Son kaleme aldığı eser ise “Yakından Tanıdığım Taşmedreseliler” adını taşıyor. Budak bu eserinde akıcı bir üslupla çoğunu cezaevlerinde tanıdığı benim de içlerinde bulunduğum 50 çilekeş ülkücünün yaşadıklarını, cezaevi anılarını ve o zor şartlarda hayata nasıl tutunduklarını anlatmaya çalışmış.

Her ne kadar zahiren bir anılar kitabı gibi görünse de “Yakından Tanıdığım Taşmedreseliler” isimli bu eser, Türk düşünce tarihi ve ülkücü hareket üzerine yapılan derinlemesine bir inceleme özelliği de taşıyor.

Fahrettin Masum Budak, 50 ülkücünün çilekeş hayatına dair manzaraları kaleme alırken aslında ülkücü hareketin tarihsel arka planına da değinmiş oluyor. Çünkü cezaevlerinde bulunan bu çilekeş nesil ülkücü hareketin belkemiğini oluşturan bir kadro olarak tarihe geçmiştir.

Değerli ülküdaşım Budak’ın kaleme aldığı “Yakından Tanıdığım Taşmedreseliler” kitabının bütün ülkücüler tarafından okunmasının çok önemli olduğunu düşünüyorum. Çükü tarihini bilmeyen geleceğine doğru yön veremez. Kitaptaki 50 kişinin hayatı bir anlamda davası için her şeyini feda etmenin ne demek olduğunu fiili olarak gösteren ülkücülerin tarihinin özetini oluşturmaktadır.

Çilekeş 50 ülkücünün hayatının özeti olan eserin akıcı bir üslupla ele alındığını gösterme bakımından kitapta benimle alakalı bölümü yayınlamanın doğru olduğunu düşünerek sizlerle paylaşıyorum. Eminim siz de benim gibi kitabı okuduğunuzda “İyi ki böyle bir eseri okudum” diyeceksiniz.

ÜLKÜCÜ HAREKETİN YAZAR VE MÜTEFEKKİRİ: SELİM ÇORAKLI

İlim İlim bilmektir.

İlim kendin bilmektir.

Sen kendini bilmezsen

Bu nice okumaktır.

Okumaktan murat ne,

Kişi hakkı bilmektir.

Çün okudun bilmezsen,

Ha bir kuru emektir.

Selim Çoraklı’yı ne Taşmedreseler de, ne Ülkü Ocaklarında ne de partilerin düzenlediği toplantılarda tanıdım. İstanbul Taşmedreseliler il başkanlığı iftar yemeği tertiplemişti. Sponsorluğunu da Erdem Karakoç yapıyordu. Benim huyumdur. Herhangi bir kalabalık masadansa tenha bir yeri tercih ederim. Toplantıları kuş bakışı görmek benim en arzu duyduğum bir harekettir. Kim ne yapıyor ve kim kiminle alakalı ve kim ne konuşuyor gibi toplantının ana konusunu öğrenmek birincil olarak düşündüğüm hususlardır.

Yukarıda bahsettiğim iftar toplantının en son kısmında arkadaşımla beraber oturmuş bekliyorduk. Oturduğumuz masa yaklaşık on kişilikti. Masaya gelenleri tebessümle karşılıyor ve “Hoş geldiniz” diyerek hal ve hatır soruyordum. Kısa bir zaman sonra masamıza iki arkadaş gelip oturdular. Onları da aynı şekilde karşıladım ve memnuniyetimi izhar ettim.

Yeni gelen bu iki arkadaşı tanımıyordum. Elbette ilerleyen dakikalarda soracak ve kim olduklarını öğrenecektim. İkisi de biraz şişmanca ve orta yaş grubundaydı. Devamlı kendi aralarında sohbet ediyorlardı. Konuştukları konu toplantıyla ilgiliydi. Az sonra başka konuya geçtiler. Ben de hem yanımdakilerle ilgileniyorum hem de bunlara az da olsa kulak veriyordum.

Bu iki arkadaş genelde kültür ve kitap üzerine sohbetler yapıyorlardı. İlgimi çekti. Sorular sordum ve kim olduklarını öğrendim. Zaten toplantılarımızın asıl gayesi de eski arkadaşlarla yeniden bir araya gelmek ve yeni arkadaşlarla da kuvvetli bağlar oluşturabilmekti. Yoksa yemek her yerde ve her evde vardır. Kimse bu tür toplantılara yemek için gelmez ve burada bir takım zorluklara katlanmaz. İyi biliyoruz ki özellikle dışarıdan gelen bu arkadaşların çoğu yenilen yemeğin on katı masraf ederek geliyorlardı.

Bu iki arkadaştan biri kendini şöyle tanıttı:

“Gazeteci yazarım. İsmim Selim Çoraklı. Bayburtluyum. Yusufiyeliyim. Küçükçekmece Sefaköy de bürom var. Kitap vs. işleriyle uğraşıyorum. Yani yazarım ve onlarca yayınlanmış kitabım var. Eğer yolunuz düşerse sizleri büromda ağırlamak isterim.”

Selim Çoraklı “yazarım” deyince “meslektaşız” dedim. Doğrusu çok da sevindim. Çünkü yazarın derdini yazar bilebilir ve yazarın kıymetini de yazar bilebilirdi.

Eserlerini sordum. “Çok var. Siyasi, sosyal ve dini konularda kitaplar yazdım.” Mesela kaç tane deyince, “Yayınlanmış 105 adet kitabım var.” dedi.

“105 kitabım var” cevabını duyunca doğrusu bir an şaşkınlık geçirdim. Henüz altmışına merdiven dayamış bir insanın bunca eser yazması ve bunu yayınlaması kolay değildi.

Hal böyle olunca Selim Çoraklı daha çok ilgimi çekti. Biraz daha deşmek ve başka şeyler de öğrenmek istedim. Türkiye’de 105 eser yazan bir adamı tanımamam bence bir eksiklikti. Hele özellikle bizim camiadan birisini tanımamak tam bir aymazlıktı. Yazarını, çizerini tanımayan bir camianın başarılı olma şansı ne kadar olabilirdi?

Selim Çoraklı gibi bir ülküdaşımızın olması bizler için bir şanstı. Ancak bu şansı hiç birimiz verimli kullanamamışız. Onu kıyıda köşede bırakıp yolumuza devam etmişiz. Bu, bence toplumumuzun ve Türkiye’mizin büyük bir ayıbıdır. Böylesine hazine değerinde bir adam adeta gizlenmiş ya da gizlettirilmişti. Okuyanımızın, yazanımızın az olduğu bir camiadan gelmemiz bizi bakın görün ne hallere sokmuştur. İçimizden çıkan bir düşünürün, kalem ve ilim erbabının bir partinin ilçe veya il başkanı kadar tanınmaması oldukça düşündürücüdür.

Selim Çoraklı ile o akşam epeyce sohbet ettik. Bu sohbette siyasi olaylardan dolayı üç kez hapishaneye girdiğini ve iki kez de (biri kurşunla biri bombayla) yaralandığını öğrendim. Uzun zaman hapis yattığı gibi yıllarca da kaçak gezmiş. Zaten bu sohbetimizde onlarca ortak arkadaşımızın olduğunu da öğrenmiş oldum.

Taşmedreselilerin hayatlarını yazdığım yeni kitabıma Selim Çoraklı’yı da konuk etmeyi düşündüm. Konuşmamız sırasında Selim Çoraklı da bir erken uyarı aklı olduğunu da fark ettim. 1987 yılında hapisten çıktıktan sonra 12 yıl (1987-1999) FETÖ’cüler içinde bulunmuş. Bulunma sebebini özetle şöyle izah etti:

“Bizim gençlik yıllarımızda idealimiz ve teorisini yaptığımız Turan ülküsünü onlar pratikte uyguluyordu. Özellikle yurt dışındaki Türklere yönelik faaliyetlerini öğrenince beraber çalışmanın idealime uygun olacağını düşündüm ve içlerine girdim. Ancak yüzlerine Türk İslam maskesi geçiren bu yapının bir ihanet şebekesi gibi çalıştığını 1996 yılında açık biçimde görünce ayrılmaya karar verdim ve bunlarla hayatım pahasına mücadele etmeye başladım. 1999 yılında bir TV kanalında 3 saat bunların uluslararası istihbarat örgütleriyle ilişkilerini anlattım. Devlete de gerekli bilgileri verdim ama ilgilenen olmadı. Çünkü her yeri ahtapot gibi sarmışlardı.”

Selim Çoraklı bunların içinde iken de ikaz yazıları yazmış. Belki düzelirler diye çok çaba harcamış. 1992 yılında “Fetullahçı Paradigmanın İflası”, 1996 yılında da “Cemaatin Kırılma Noktaları” isimli geniş makaleler/ raporlar yazarak ikaz vazifesini yerine getirmiş. 1999 yılında ayrılışının ardından FETÖ’cüler onu hain ilan etmiş ve özellikle ekonomik olarak bitirmek için ellerinden geleni yapmışlar. Çoraklı bu arada TV konuşması, gazete ve dergi yazıları yanında bu karanlık yapıyı deşifre eden 4 kitap kaleme almış ama FETÖ’cülerin korkusundan yayınlayacak hiçbir yayınevi çıkmamış.

Selim Çoraklı ile bu yemekte tanışmamız benim için önemli bir kazanım olmuştu. Kalkarken kendisine, Sizi de ülkücülerle ilgili hazırladığım kitabıma misafir etmek istiyorum.” dedim. Çok memnun oldu. Ama önce bir araya gelip konuşmamız lazım.” dedi. Memnuniyetle deyip vedalaştık.

Çerkezköy’e geldiğimde yapılan bu toplantının mahiyeti hakkında bir makale kaleme aldım. O yazıda özellikle Selim Çoraklı’yı ön plana çıkararak ismini kalın çizgilerle zikrettim. Aradan iki üç ay geçmişti. Telefon ederek “Görüşelim” dedim. Memnun oldu. ”Sizi Cumartesi günü büromda bekliyorum, ineceğiniz yerden alırım.” dedi.

Şair Yazar Tolga Kenan Aras’la bürosuna gitmek üzere Metrobüse bindik. Bizi önceden ineceğimiz yerde bekliyordu. Metrobüs’ten iner inmez bizi karşıladı ve özel arabasıyla bürosuna götürdü.

Güler yüzlü, bol sohbetli ve samimi bir insanla karşılaşmamız bizi rahatlatmıştı. Kendisine ait özel bürosunda hem sohbet ettik hem de iç ve dış gelişmeler hakkında yorumlar yaptık. Özellikle ülkücü hareket hakkında herkes görüşlerini, düşüncelerini ve bakış açıları açıklayarak gelecekte izleyeceğimiz yol konusunda açıklamalarda bulunduk.

Keyifli bir sohbetin ortasında iken bürosuna şöyle bir göz ucuyla gezinti yaptım. Yaklaşık 7 bini aşkın bir kütüphanenin sahibi Çoraklı’nın 105 tane esere imza atması gurur verici diye düşündüm. Böyle okuyan, düşünen ve yazan ülkücü arkadaşlara bu davanın şiddetle ihtiyacı vardır.

Burası bir ofisten çok kütüphane gibiydi. Kitaplara bir süre hayran hayran bakmaktan kendimi alamadım. Burada resmen bir hazine yatıyordu ve geleceğimizin şekillenmesine yardımcı olacak nice fikri nimetler vardı. Her bir kitap ve her bir kitabın satırı medeniyetlere ışık tutacak cinstendi. Böyle birini tanımaktan çok memnun oldum.

İçimden Çoraklı’ya teşekkür etmeyi bir kenara attım. Bizzat yüzüne karşı gözlerinin içine bakarak yazdığı bu eşsiz eserlerden dolayı kendisine teşekkür ettim.

Karşımda çok başarılı bir kültür devi vardı. İnsanlar popülist yaklaşımlarla ne yaptığı net olmayan kişileri ünlü yaparak geleceklerini karartabiliyorlar. Oysa ünlü yapılacak ve ünlü olabilecek insan karşımızda duruyordu. Her ağzını açtığında, her olayı akıl süzgecinden geçirdiğinde ve yazılan konuşulanları yorumladığında peş peşe sıralanan yeni düşüncelerin doğuşuna zemin hazırlıyordu. Bu derin kültür yüklü adamın yanında olmak ve ondan feyiz ve bereket almak tam bir şans faktörü olarak değerlendirmek lazımdı. Ağzını her açtığında insanın dinleyesi ve ondan birçok şey öğrenesi geliyordu. Eskilerin deyimiyle sanki ağzından bal damlıyordu.

Selim Çoraklı’nın yanında birkaç saatin nasıl gelip geçtiğini doğrusu hiç fark etmedik. Çıkarken her birimize kendisinin “Murat Soylu” müstear ismiyle kaleme aldığı “Türkün Son Başbuğu Alpaslan Türkeş” isimli eserini imzalayıp bizlere hediye etti.

Doğrusu Çoraklı’nın zarafeti, alicenaplığı ve tevazuu bizleri etkilemişti. Ayrılırken, kendisinden aldığım bilgiler yeterli olmazsa hakkındaki birçok bilgilerin internette olduğunu söyledi ve bana bu meyanda daha kolay bir yolun olduğunu göstermiş oldu.

Bizi aynı şekilde Metrobüse kadar getirip bırakması Çoraklı’nın konuklarına verdiği değerin önemini gösteriyordu. Bu aynı zamanda ondaki seçkin bir karakterin varlığını açığa çıkarmıştı.

Eve geldiğimde Google’ye Selim Çoraklı yazdım. Gerçekten de hakkında çok geniş ve doyurucu bilgiler vardı. Tabii buradaki bilgiler eserleriyle, eylemleriyle ve hapishane ve mahkemeleriyle ilgiydi. Daha dip ve detaylı bilgiyi ilerleyen zamanlarda telefonla alabileceğimi söylemiştim.

Gazeteci- Araştırmacı- Yazar Selim Çoraklı, 1960 Bayburt doğumlu. İlkokulu köyünde, orta ve lise tahsilini Gümüşhane’de tamamlamış. Liseyi bitiremeden o dönemdeki anarşik olaylardan dolayı eğitimine devam edememiş. Önce Ankara, sonra da İstanbul’a gider. Bu dönemlerde ülkücü hareketin aktif bir ferdi olarak çalışır. Karıştığı olaylardan dolayı 1979 yılında cezaevine girer. Bir ara çıkmış ama 23 gün sonra tekrar cezaevine düşmüş. Bu sebeple 12 Eylül 1980 darbesi gerçekleştiğinden Edirne cezaevindedir. Cezaevine girmeden önce bir kez silahla bir kez de bombalı saldırıda yaralanır. Yediği bombanın bir parçası hala vücudundadır. İki kez Ülkücü gazi olma mertebesine ulaşır. 1983 yılında cezaevinden çıkar ama yargılandığı davalardan dolayı senelerce mahkeme mahkeme sürünür.

1983 de askerliğini yapar. Askerlik hayatı da çok hareketlidir. 1984-85 yılları arasında müteahhit bir firmada çalışır. 1986 yılında zamanın meşhur 163. Maddesinin kollarına yakalanır ve yazdığı iki sayfalık bir yazıdan dolayı tekrar cezaevine düşer. Bir yıl yattıktan sonra tahliye olur ama o yazıdan dolayı aldığı 4 sene 7 ay cezasını Yargıtay tasdik eder ve Çoraklı yeniden kaçak duruma düşer. Kaçak gezdiği 1987-1992 yılları arasında cezaevine girmeden önce tanıştığı Fethullahçılar arasında kalır. Bu dönemde Cemal Doğan ismini kullanır ve başta Fetullahçıların özel dergisi olan Sızıntı’nın yazı kurulunda görev yapar. Fetullahçıların değişik birimlerinde yurt sorumluluğu, bölge imamlığı, Ege Üniversitesi imamlığı, Kredi Yurtlar imamı ve bölge sorumluluğu yapar. Yine aynı dönemde Zaman gazetesinde araştırma yazıları yazmanın dışında düşünce yazıları da kaleme alır. 1992 yılında 163. Maddenin Özal tarafından kaldırılması üzerine cezası düşer. O da serbest kaldığı için Zaman gazetesinin merkezine yollanır.

Zaman gazetesinin merkezinde bir yıl kaldıktan sonra buradaki bazı anlaşmazlıklardan dolayı yurt dışına gitmek ister ve........

© Habererk