Olmak ve Yapmak Üzerine
Sanırım 2012 yılında Mısır’da başlayan toplumsal olayların ertesi yıl daha da ivmelendiği bahar aylarıydı. Tahrir Meydanında ve başka bazı büyük şehirlerde toplumsal olaylarda atılan sloganlar arasında Türkiye sloganları da vardı. Heyecanlı bir dostum ile konuşurken “Dostum Tahrir’de Türkiye sloganları yükseliyor. Türkiye ne yapmalı sence?” diye sordu. Aslında o dönem Mısır konusunda yoğunlaşmıştık.
Zihinsel olarak Mısır’da cereyan eden olaylar, kişiler, olayların bölgesel etkileri ile meşguldük daha çok. Türkiye olarak çok iyi gittiğimize inanıyor, büyük hayaller de kuruyorduk. Bölgede büyük etkimiz olduğuna dair kesin yargılarımız vardı.” O yüzden, bu hayallerimize ve düşüncelerimize uygun bir cevap bekliyordu benden.
Doğrusu ben de öyle cevap verme eğilimindeydim. Ama ağzımdan gayrı ihtiyari “Bir şey yapmaktan daha önemli ve öncelikli olan husus bir şey olmaktır.” sözleri çıkıverdi. Dostum da şaşırdı. “Bu nasıl bir cevap?” dedi. “Bize yönelmiş bir teveccühün olduğunu basın yazıyor, devlet ricali söylüyor. İşte önümüzde bizi bekleyen Ortadoğulu toplumlar, milletler var. Hemen sınırımızdan dışarı çıksak kadim şehirleri fethetmek işten bile değil!”
O dostuma Mehmet Emin Zeki Bey’in vurgusuyla “Siyasi bilgelik, akıl ve fikriyle yönetim icra etmek” gibi hususları anlattım. Önce “olmak” sonra “yapmak” gerekir dedim. Bu olumlu dalgalanmanın kabul edilebilir bir liderlik, bunu taşıyacak bir kapsamlı devlet ve millet kapasitesi olması gerektiğini, vs söyledim. İşte yazının başlığını o müteheyyiç dostumla yaptığımız o konuşmadan aldım. Tabi ki bu vurgulamam Shakespeare’in “Olmak ya da olmamak, işte bütün mesele bu!” ya da Descartes’ın “Düşünüyorum öyleyse varım!” sözleri düzeyinde bir ontolojik sorunsal içermiyor. Daha alt düzeyde bir zihinsel düzeyi, bir formasyonu ve tekamülü içeriyor. Ancak, bu sözlerden tamamıyla bağımsız ya da ilişkisiz değil.
Çünkü, en basit bir varlıktan en büyük ve karmaşık varlığa kadar herşey önce “olmak” ile vücuda gelirler. “O (cc) ol der ve herşey olur”. “Bir şeyi dilediği zaman, O'nun buyruğu sadece, o şeye "Ol" demektir, hemen olur.” (Yasin/ 82). Bir kere varlık yaratıldı mı, o varlık bahşedilmesinden dolayı bizatihi bir sevinç, sürur, hareket, tekamül ve fiiller neşet eder. Yasin Suresinde ifade edilen bu olmak ve yaratılmak süreçleri de yine en üst düzey varlık sorunsalının parçalarıdır. Bu yazıya konu teşkil eden işte “olmak meselesinin” bir alt formasyonu olarak kastettiğim hayat dairemiz içinde “olmaktır”. İnsanın kendi iradesi, tercihleri ve bunlardan doğan fiilleri ile olmaktır.
Tarihi süreç içinde hiçbir topluluk veya millet yoktur ki, kendi iradesi ve tercihleri ile olgunlaşmadan tarih sahnesinde büyük işler yapmış olsun. Bireyler ve toplumlar özgün karakterleri ile yükselmeden, adeta kendilerini inşa etmeden dünya gücü haline gelemezler. Önce bütün zamanın toplulukları ötesinde ve üzerinde bir varoluş sürecini yaşarlar. Kendilerinin zaaflarını, hastalıklarını,kusurlarını ıslah etme iradesini gösterirler, kendilerini en üst düzeyde gerçekleştirmeye adarlar, ancak bundan sonra kendilerine ve çevrelerini değiştirme kudretli verilir ya da o kudrete sahip olurlar. Nitekim Kuranı Kerim’de. “…Allah bir kavme verdiğini, o kavim kendisini bozup değiştirmedikçe değiştirmez…” (Rad/ 11) buyurulmaktadır. Bu hüküm ve hikmetten olsa gerek tekamüle giden yol gibi fesada ve yok oluşa giden yol da toplumların kendi iradeleriyle tercih edilmektedir. Öyle toplumlar vardır ki, sözleriyle iyiye ulaşacağız diye diye iradi ve devamlı kötülükleri nedeniyle korkunç bir hızla yok olmaya ve dağılmaya koşup gitmişlerdir.
Şeyh Edebalı’nın Osman Han'a nasihati bir anlamda ilahi hükümlerin yorumu gibidir: “Ey Oğul! Beysin! “ dedikten sonra “Ne olması gerektiğini” başta söylemektedir. Bu olması gerekenler başkalarına değil, Osman Han’ın bizatihi şahsına, kendi omuzları üzerine ve nefsine yüklenmiştir: “Bundan sonra öfke bize; uysallık sana… Güceniklik bize; gönül almak sana.. Suçlamak bize; katlanmak sana.. Acizlik bize, yanılgı bize; hoş görmek sana.. Geçimsizlikler, çatışmalar, uyumsuzluklar, anlaşmazlıklar bize; adalet sana.. Kötü göz, şom ağız, haksız yorum bize; bağışlama sana… Bundan sonra bölmek bize; bütünlemek sana.. Üşengeçlik bize; uyarmak, gayretlendirmek, şekillendirmek sana.. “
Nasihatin ilerleyen kısımlarını okudukça “Olmak meselesinin daha da berrak hale getirildiğini görmekteyiz: “En büyük zafer nefsini tanımaktır. Düşman, insanın kendisidir. Dost ise, nefsi tanıyanın kendisidir.
“ Nefsi tanımanın en temel gayesi “İnsanın kendini gerçekleştirmesi için tekamül ya da ıslah ettirilecek yönlerini bilmektir.” İnsan ancak kendini tanıyarak, kendini inşa ederek, insani meziyetlerinde yükseklere çıkarak büyük insan olabilir. Bu mesele insanın kendi içindeki kendi iç meselesidir. Eğer bu bir toplum boyutunda olursa bir toplumun kendi içindeki kendi iç toplumsal meselesidir. Bu yüzden, nitelikli insanlar ve toplumlar dürüstlüğü, adaleti, merhameti, bağışlamayı, vs başkalarından beklemezler; bunları bizatihi kendi omuzlarına ve nefislerine yüklerler. Oscar Wilde’ın zekasını yansıttığı, döneminin toplumunu eleştirdiği sözünün tersini yapar nitelikli insanlar: “Sorumluluk hep başkalarına yüklediğimizdir.” Erdemli insanlar ama özellikle de Erdemli yöneticiler sorumluluğu hep üstlenirler: sorumlulukta ve adaleti sağlamakta her ne pahasına olursa olsun bireysel inisiyatif sahibidirler… İnsanın bireysel tekamülü için Gazali “Def-i mefasid celb-i menafiden evladır” demiştir. Ancak, toplumun tekamülü için alimlerce bunun tersi önerilmiştir. Delil olarak şu ayet merkezi bir yer tutmaktadır: “Ey inananlar! And olsun ki, sizin için, Allah'a ve ahiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah'ı çok anan........





















Toi Staff
Sabine Sterk
Penny S. Tee
Gideon Levy
Waka Ikeda
Grant Arthur Gochin
Daniel Orenstein