Rusya-Ukrayna-ABD

ABD-Rusya ilişkileri, son zamanlarda hakkında en çok konuşulan, en çok tartışılan ve en çok soru işareti yaratan dış politika unsurlarından biri hâline geldi. Geçtiğimiz hafta ABD ve Rusya arasında yaşanan gelgitler, yaptırımlar ve karşılıklı suçlamalar bu duruma bir süre daha alışmamız gerektiğini gösteriyor. Olayın elbette önemli bir bölümü ABD dış politikasının son yirmi senedir sergilediği kronik kararsızlık ve çelişkilerle ilgili.

Son otuz yılı aşkın süredir ABD, Rusya ile ilişkilerinin hangi yönde şekilleneceğine bir türlü karar veremedi. Soğuk Savaş sona erdi; zaman zaman Amerikan ve Rus liderleri arasında yakınlaşmalar yaşandı, “demir perde” ortadan kalktı. İkili ilişkilerde eski günler geride kaldı ama yeni bir gelecek inşa edilemedi. ABD başkanları, bu otuz yılın üçte ikisinde Rusya’yı yöneten Putin hakkında ne hissedeceklerine dahi bir türlü karar veremediler. Rusya’nın hayaleti bir iç politika hayaleti olarak iktidarların üzerinde varlığını sürdürürken stratejik anlamda yapılan hesapların çoğu sonuçsuz kaldı. Kamuoyunda ise Rusya imajı bir türlü normalleşemedi. Hollywood, Rus karakterleri “kötü adam” olarak göstermeye devam ederken, bu kötü karakterlerin doğası da sürekli değişti. Kimi zaman Rus mafyası Amerikalılara korku saldı, kimi zaman Rus nükleer kaçakçılar dünyayı tehdit etti, kimi zaman da Rus askeri grupları dünyanın ücra köşelerinde Amerikan çıkarlarına meydan okudu. Sonuçta, son yirmi yıldır her ABD başkanının çözmeye çalıştığı ama bir türlü çözemediği bir “Rusya bilmecesi” ortada kaldı.

George W. Bush, Putin hakkında önce “Gözlerine baktığımda ruhunu görebiliyorum” demiş, ardından ise Putin’in kendisini kandırdığından şikâyet etmişti. Putin için ABD ile ilgili temel sorunlardan biri, Ukrayna’da yaşanan Turuncu Devrim ve bu devrime ABD’nin verdiği destekti. Bush’un demokrasi yayma politikaları Moskova’da büyük bir tehdit olarak algılanmış ve ilişkiler büyük bir türbülansa girmişti. Başkan Obama ise seçim kampanyası sırasında, George W. Bush’un Rusya’yı Rocky IV filmindeki gibi ima etmiş ve göreve gelir gelmez Rusya ile yepyeni bir “yakınlaşma” politikası geliştirmeye çalışmıştı. Ancak bu süreç de çok kısa sürdü. Obama’nın Medvedev ile birlikte sosisli sandviç yerken verdiği samimi görüntülerden kısa bir süre sonra, ilişkiler neredeyse Soğuk Savaş dönemini andıran bir gerilim sürecine girdi. İlişkilerin en kritik fay hatlarından biri yine Ukrayna krizi oldu. Rusya’nın Kırım’ı ilhakı ve sonrasında gelen yaptırımlar, zaten Arap Baharı ve Snowden olayları nedeniyle gerilmiş ilişkileri adeta dinamitledi.

Tıpkı Obama gibi Trump da seçim kampanyası sırasında Amerika’yı Rusya’ya karşı fazlasıyla sert davranmakla suçlamıştı. Trump destekçileri için onun hedefi, tıpkı Nixon gibi, “tarihi bir diplomatik an” yakalamaktı. Hedefin Çin olduğu bir ulusal güvenlik stratejisinde Rusya’yı yabancılaştırmak, Trump’a göre, akıllıca bir hamle değildi. Her ne kadar “müesses nizam” siber saldırılardan seçimlere müdahaleye kadar birçok gerekçeyi öne sürerek gerginliği canlı tutmak istese de, Trump Rusya ile bir yakınlaşmayı dış politikasının öncelikleri arasına koymak istemişti. Hatta Putin ile yaptığı ilk ortak basın toplantılarında, Trump kendi istihbarat raporlarına değil Putin’in sözlerine inanmayı tercih etmiş ve Rusya’nın seçimlere müdahale etmediğini savunmuştu. Ancak bir kez daha, bir başkanın daha hevesi kursağında kaldı.

Olayın dramatik yönlerinden biri, meselenin merkezinde yine Ukrayna’nın yer almasıydı. Kongre, Rusya’ya yönelik yeni yaptırım paketleri kabul ederken, Ukrayna da ABD’den savunma silahları talep ediyordu. Tam bu sırada, Trump’ın Ukrayna’nın Rusya destekli........

© Haber7