Gazze Ateşkesi Sonrası Mısır Zirvesi |
Gazze, iki yıl boyunca yalnızca bombaların değil, sessizliğin de hedefi oldu. Uydu görüntülerinde griye dönen mahalleler, yerle bir olmuş hastaneler ve çadır kentlerde büyüyen çocukların gözleri, bir medeniyetin insani sınavını yeniden sorgulattı.
Uluslararası hukuk literatüründe “soykırım” nitelemesinin artık yalnızca tartışmalı bir terim değil, somut bir gerçeklik olarak dillendirildiği bu dönemin ardından, nihayet bir ateşkesin sağlanmış olması, yıkılmış bir coğrafyada yeniden nefes almanın ötesinde bir anlam taşıyor. Bu ateşkes, yalnızca silahların susması değil, insanlığın kendi suskunluğuna karşı direnişinin ilk işareti olarak okunmalıdır.
Mısır’ın ev sahipliğinde düzenlenen Gazze Barış Zirvesi, bölgesel diplomasinin belki de son on yılındaki en kritik buluşmalarından biridir. Washington’dan Ankara’ya, Paris’ten Riyad’a kadar uzanan bir diplomatik koridorun kesişim noktasında toplanan bu zirve, yalnızca Gazze’nin geleceğini değil, Ortadoğu’nun jeopolitik yönelimini, hatta küresel düzenin vicdani meşruiyetini yeniden tanımlama potansiyeli taşımaktadır. Zirvede ABD Başkanı Donald Trump, Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Mısır Cumhurbaşkanı Abdulfettah el-Sisi, Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron ve bölgeden yaklaşık yirmi lider yer aldı. Böylesine geniş katılımlı bir zirve, Ortadoğu’da barışın yalnızca bölgesel değil, küresel bir uzlaşı mimarisi gerektirdiğini göstermektedir.
Ancak şu soru hâlâ geçerliliğini korumaktadır: Bu zirve, gerçekten kalıcı bir barışın temellerini atabilir mi, yoksa İsrail’i geçici bir sükûnete razı edecek diplomatik bir dekor mu olacaktır? Bu ikilem, bölgeyi yakından izleyen tüm gözlemcilerin zihinlerinde yankılanan en temel sorudur. Çünkü Ortadoğu tarihinde her “ateşkes” anı, çoğu zaman yeni bir çatışma döngüsünün başlangıcına dönüşmüştür. Barışın dilini konuşmak, çoğu zaman savaşı unutturmaktan çok, onu geçici bir sessizlik perdesiyle gizlemek anlamına gelmiştir.
Tarihsel ve Bölgesel Arka Plan
Filistin meselesi, 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren sadece bir toprak ve kimlik mücadelesi değil, aynı zamanda uluslararası düzenin ahlaki kapasitesini sınayan en uzun soluklu kriz haline gelmiştir. 1948’de İsrail devletinin kurulmasıyla başlayan süreç, milyonlarca Filistinlinin yerinden edilmesi, mülteci kamplarının kalıcı hale gelmesi ve bölgeye sinen bir adaletsizlik duygusuyla şekillendi. O günden bugüne her diplomatik girişim bir umut dalgası yaratmış, fakat hemen ardından aynı döngüde tükenmiştir. Bu döngü, bir anlamda uluslararası toplumun barış üretme kapasitesinin sınırını da göstermektedir.
Oslo Anlaşması (1993), modern Filistin diplomasisinin en kritik dönemeçlerinden biriydi. Ancak vaat edilen iki devletli çözüm, uygulamada bir güvenlik mimarisine ve statüko politikasına dönüşerek, Filistin’in siyasal iradesini sınırlandırdı. 2000’li yıllarda İsrail’in güvenlik duvarları, yerleşim politikaları ve........