Yıkım “neme lâzım” denildiği gün başlar: Duyarlılıktan şahitliğe uzanan yol

İnsanın kaderindeki imtihanlar çoğu zaman hiç beklemediği anlarda karşısına çıkar; bir söz düşer kulağına, bir çığlık çarpar yüreğine, bir haksızlık ilişir gözüne… İşte o an, insanın bütün hayatı tek bir tavırda görünür hâle gelir; çünkü her tanıklık bir imtihandır ve her imtihan, insanın iç âlemini yoklayan sessiz bir çağrıdır. Bu çağrı bazen saklananı açığa çıkarır, bazen unutulanı geri getirir. Kimi zaman bir gerçeği yüzümüze vurur, kimi zaman bir sorumluluğu omzumuza bırakır.

Karşımıza çıkartılan hiçbir sahne boş değildir.
Her görüntü, her ses, her temas insanın iç kapılarını yoklayan görünmez bir mesaj taşır:
“Burada senden ne bekleniyor?”

İşte duyarlılıktan şahitliğe uzanan yol, tam da bu sorunun eşiğinde başlar.

ÜÇ YOL, ÜÇ DURUŞ

Hayatın akışı içinde insanlar görünmez üç çizgide yürür. Her çizgi, bir olayla karşılaştığımızda içimizden yükselen gerçek sesi, yani gerçek ben’i açığa çıkarır.

İlki, insanın duyarlılığını söndüren pasif duruştur; adamsendecilik, umursamazlık ve geri çekilme hâli.
İkincisi, kişinin iç pusulasını zayıflatan ilke erozyonuna uğramış duruştur; çıkarcılık, fırsatçılık ve tepkisellik ile savrulan bir zemin.
Üçüncüsü ise insanın fıtratını dirilten, iradesini onaran şahsiyet merkezli duruştur; duyarlılık, sorumluluk ve erdemi önceleyen bir yol.

Bu üç çizgi her olayda karşımıza çıkar: Biri geri çekilir, biri rüzgâra göre yön değiştirir, biri ise sorumluluğun sesine kulak verir.

Hayatın her sahnesi bize sessizce fakat ısrarla aynı soruyu fısıldar: “Sen hangi duruşun insanısın?”

Bu soruya verilen her cevap bir kimlik beyanıdır; her duruş başka bir hayat anlayışının işaretidir.

PASİF KAYITSIZLIĞIN SESSİZ EROZYONU

Bu çizgide adamsendecilik ve umursamazlık ağır bir sis gibi çöker.
Kendisine dokunmayan yılanları yaşatma gafleti, insanın ruhunu uyuşturan bir rehavet üretir.
Göz görmez, kulak duymaz, kalp hissetmez hâle gelir; insan iyiliği besleyen damarlarını kendi elleriyle kurutur.
Böyle bir duruşta hayat, yalnızca kişinin kendi çevresine indirgenir; dünyanın yükü, sorumluluğun çağrısı ona hiç değmez.

İnsanı insan yapan temel vasıflardan biri, hayata karşı geliştirdiği cevaptır; ancak kimi zaman bu cevap bir bilince dönüşmez. İnsan, olup biteni uzaktan seyreden bir gölgeye döner.

Sorumluluktan uzak duran, gördüğünü görmemiş, duyduğunu duymamış gibi davranan bir kayıtsızlık hâli…
İşte adamsendecilik ve umursamazlık tam da bu noktada boy verir.

Görünüşte kimseye zarar vermeyen, hatta “kimseye karışmamak” adına masum gibi duran bu tutum, aslında insanın iç dünyasında sessiz bir çürüme başlatır.

İyiliği geciktiren, kötülüğe alan açan, merhamet damarını kurutan bir edilgenlik üretir.

Adamsendeci duruşun merkezinde, hayattan geri çekilmiş bir ilgisizlik yatar.
“Bana ne?”, “Neme lâzım?” sözleri, bu tavrın dildeki en çıplak hâlidir.

Gözün gördüğünü kalbe ulaştırmayan, kulağın duyduğunu ruha tercüme etmeyen bir set oluşur ve bu mesafe zamanla genişler: Kötülüğe karşı ses çıkaramamak, iyiliği gördüğü hâlde harekete geçmemek, haksızlık görünce yönünü çevirmek…Bütün bunlar, duyarlılık damarını besleyen ince kanalları tıkar. İnsan, kendi varlığını anlamlandırdığı o ince çizgiyi içeriden kemirmeye başlar. Böylece tuhaf bir durum ortaya çıkar: Kötülüğe fiilen ortak olmadığı hâlde iyiliğin doğmasına da izin vermeyen bir sessizlik. Bazen en yıkıcı kötülük tam da bu suskunluktan doğar.

Umursamazlık ise bu hâlin daha donuk, daha katı ve daha derin biçimidir. Kişi, hayatla arasına kalın bir perde çeker ne iyiliğe yaklaşır ne kötülüğü önemser.

Dünya ona uzaktan akan bir sahne gibidir, olup biten hiçbir şey yüreğine temas etmez. Bu tavrın en büyük tehlikesi şudur: Kötülük, çoğu zaman gürültüden ziyade sessiz kabullenişlerle büyür.

Yardımlaşma damarını besleyen bağlar çözüldüğünde ve insanlar dış dünyanın acılarıyla irtibatını kaybettiğinde aslında çöküş başlamıştır. Umursamaz kişi için bir çocuğun gözyaşı, bir mazlumun feryadı, bir haksızlığın ağırlığı yalnızca uzaktan gelen kısık seslerdir; oysa insan, hayatı kıyısından yaşarsa kendi kalbinin bir parçasını kaybeder. Görmesi gereken bir yarayı görmezden gelirse insan kalabilme imkanını yitirir.

Adamsendecilik ve umursamazlık; merhameti zayıflatır, iyiliğe yönelen iç refleksleri köreltir, hakikatin çağrısını duyurmaz hâle getirir. Kişi hem kendine hem çevresine yabancılaşır. Üstelik bu hâl çoğu zaman bilinçli bir tercih bile değildir; kendini fark ettirmeden yerleşir, sessiz bir alışkanlığa dönüşür.

YIKIM “NEME LÂZIM” DENİLDİĞİ GÜN BAŞLAR

Tam da bu noktada tarihten yükselen bir ses, kayıtsızlığın bedelini çarpıcı biçimde hatırlatır. Kanuni Sultan Süleyman, devletin geleceğini düşünerek süt kardeşi, Boğaz’ın dört manevi bekçisinden biri, veli ve âlim bir zat olan Yahyâ Efendi’ye bir mektup gönderir ve sorar:
“Bir devlet hangi hâlde çöker?”

Yahyâ Efendi’nin cevabı tek kelimedir:
“Neme lâzım Sultanım!”

Kanuni bu cevabı anlamlandıramaz ve dergâha giderek kendisinden bir açıklama ister. Yahyâ Efendi sözlerini şöyle açar:

“Sultanım! Bir devlette zulüm yayılsa, haksızlık şâyi olsa, işitenler de “neme lâzım” deyip uzaklaşsalar, sonra koyunları kurtlar değil de çobanlar yese, bilenler bunu söylemeyip sussa, fakirlerin, muhtaçların, yoksulların, kimsesizlerin feryadı göklere çıksa da bunu da taşlardan başkası işitmese, işte o zaman devletin sonu görünür. Böyle durumlardan sonra devletin hazinesi boşalır, halkın itimat ve hürmeti sarsılır. Asayişe itaat hissi gider, halkta hürmet duygusu yok olur. Çöküş ve izmihlâl de böylece mukadder hâle gelir…”

Bu sözler bize şunu gösterir: Kayıtsızlık ve boş vermişlik yalnız kişisel bir zaaf değil, bütün toplumsal yapının temeline yerleştirilen görünmez bir dinamittir.

Duyarlılığın bittiği yerde hayat çözülmeye başlar. Bu çözülme önce küçük halkalarda görünür, sonra büyük yapılara sirayet eder:

Boş veren aileler, çocuğun kalbine duyarlılık tohumu ekemez; kötülük karşısında şaşkın, iyilik karşısında tepkisiz bir nesil yetişir.

Boş veren öğretmenler, merak eden gözlere ışık olamaz; adalet, merhamet ve hakikat arayışı körelir.

Boş veren yöneticiler, emaneti hafife alır; suskunluk, yanlışın büyümesine zemin hazırlar.

Boş veren Müslümanlar, ümmetin yeryüzündeki şahitlik vazifesini terk eder; mazlumun ahı duyulmaz, yetimin gözyaşı görülmez.

Bütün bunların sonunda şu hakikat ortaya çıkar: Duyarlılığın olmadığı yerde insan yaşasa da insanlık yaşayamaz; zira bir yapının çöküşü önce kalplerde başlar; kalpler karardığında sokaklar, kurumlar, şehirler de karanlığa gömülür.

İLKE EROZYONU VE SAVRULUŞ

Pasifliğin ardından kapıyı çalan diğer büyük tehlike, ilke erozyonudur. Bu aşamada insan geri çekilmekle kalmaz, aktif görünür ve fakat iç pusulasını kaybeder.
Çıkarcılık, fırsatçılık ve tepkisellik, kişiyi ilkesiz bir akışın içine bırakır.

Menfaat terazisinde tartılan ilişkiler,
rüzgâra göre yön değiştiren sözler,
öfkeye yaslanan savruluşlar…

İlkelere bağlılık ve irade zayıfladığında şahsiyet silikleşir, duruş esner, söz gevşer; insan, rüzgâr nereye eserse oraya savrulur gider.

Çıkarcılık, ilişkilere ince bir hesap kokusu sindirir.
Güçlünün yanında durmak güvenli liman gibi görünür; paylaşmak yerine elde tutma arzusu ağır basar. Bu hâl merhameti, fedakârlığı, sadakati boğar.

Fırsatçılık, insanı ilkelerden ziyade avantaja göre davranmaya alıştırır.
Bugün başka söz söyleyip yarın tam tersini savunabilir. Güven zedelenir, iç tutarlılık parçalanır.

Tepkisellik ise öfkeyi hakikatin önüne geçirir.
Sözler düşünceden değil, iç patlamalardan doğar. Niyet iyi olsa bile yöntem yanlış olduğu için hakikat zarar görür.

Duyarlılık hem kalbi hem aklı davet ederken tepkisellik aklı devreden çıkarır ve duyguları dizginsiz bırakır.

Zemin bozulduğunda zarafet taşıması gereken tüm erdemler birer birer çöker. İlke erozyonu, yalnız davranışı değil, insanın iç istikametini de değiştirir.

DUYARLILIK: İNSAN KALABİLMENİN GÖSTERGESİ

İnsanın kendisini yeniden bulduğu, iç dünyasını dirilttiği ve kaderine yön verdiği zemin, şahsiyet merkezli duruşlarda saklıdır. Bu çizgide duyarlılık, sorumluluk bilinci ve erdem odaklı bakış yükselir. İnsanın hem fıtratını hem iradesini dirilten bir yoldur bu. Olayı görüp geçen değil; “Bu Olayla karşılaşmamın hikmeti nedir?” diye sorabilen olgun bir idrakin yoludur.

Burada insan yalnız olana göre değil, olması gerekene göre hareket eder.
Tavırlarını şartlar değil; şahsiyeti, ilkeleri ve prensipleri belirler.

Bu zeminin merkezinde -gündelik dilde çoğu kez “hassasiyet” ile karşılanan fakat burada daha geniş ve dışa dönük bir anlam üstlensin diye özellikle “duyarlılık” olarak tercih ettiğimiz- o ince fark ediş bulunur.

Hassasiyet daha çok içe dönük bir hâli anlatır; insanın zihninde “Bu durum beni nasıl etkiliyor?” sorusunu öne çıkarır.
Duyarlılık ise dışa uzanır; “Çevremde ne oluyor ve ben ne yapabilirim?” sorusuna odaklanır.

Günlük dilde bu iki kelime yer yer birbirinin yerine kullanılabilir; yine de erdem, toplumsal sorumluluk ve ahlaki farkındalık söz konusu olduğunda “duyarlılık” çok daha kapsayıcı ve yerini bulan bir ifadedir.

Hassasiyet kişisel ve duygusal bir hâli tarif ederken duyarlılık insanı hem dış dünyanın acılarına hem de içindeki sorumluluğun sesine karşı uyanık tutar ve duyarlılık, fark edişi sorumluluğa, sorumluluğu eyleme, eylemi ise şahsiyete dönüştüren bir kalp kıvamıdır.

Bu çizgide duyarlılık iç dünyayı uyandırır, sorumluluk bilinci bu uyanışı davranışa taşır, erdem odaklı bakış ise bütün bu süreci kalıcı bir şahsiyet inşasına dönüştürür. Bu üçü buluştuğunda insan yalnızca tanıklık etmez; şahide dönüşür. Yalnızca duyan değil, harekete geçen; yalnızca gören değil, gördüğüne anlam katan bir varlık hâline gelir.

Hayatın içinde karşımıza çıkan her olayda aslında bu üç farklı duruş görünür hâle gelir: “Bana dokunmasın.” diyerek geri çekilen adamsendeci kayıtsızlık, her şeyi kendi menfaati üzerinden okuyan çıkarcı duruş ve yaşanan olumsuzluklardan kendisine pay çıkaran, dert edinen, dua ve gayretle sorumluluk alan duyarlı yürekler…

İnsanın her olayda yaptığı tercih, kendi insanlık vasfının imtihanıdır ve bu üç yolun içinden insanı yücelten, kalbini incelten, sorumluluğu dirilten yol duyarlılıktır.

Duyarlılık, yüzeyde dolaşan bir duygusallık değildir, derinin altına inen bir rikkattir.
Arayanın bulduğu, hissedenin anladığı, anlayanın eyleme dönüştürdüğü bir hikmet yoludur. Böyle bir rikkate sahip olan için hiçbir tanıklık sıradan kalmaz; her olayda bir mesaj, her haberde bir işaret, her karşılaşmada bir vazife arar.

Şairin........

© Haber7