Özgürlüğün anahtarı, kulluk bilinci, kaynağı ise iffetli olmaktır
Özgürlük, her çağda en çok konuşulan kelimelerden biri; aynı zamanda en çok eksilen, en çok daralan ve yanlış amaçlar için istismar edilen bir kelime. Dillerde dolaştıkça içi boşalan, tekrar edildikçe anlamını yitiren bir kavram. Herkes özgürlükten söz ediyor; fakat çoğu zaman kastedilen şey, sınırsızlık beklentisi ve sorumluluğun ortadan kaldırılması oluyor. Özgürlük, sınırlarla bağını kopardığında iradeyi güçlendirmek yerine arzuları serbest bırakan bir savrulmaya dönüşebiliyor. Böylece insan, özgür olduğunu sanırken yönünü kaybediyor, seçtiğini zannederken sürükleniyor.
Bu noktada özgürlük anlamında kullanılan başka bir kelimenin köküne işaret etmek konuya giriş bağlamında isabetli olacaktır: “serbest” kelimesi. Farsça ser (baş) ve best (bağlı) kelimelerinden türeyen ser-best, “başı bağlı olmak” demektir. İlk bakışta bir çelişki gibi duran bu anlam, aslında özgürlüğün hakikatine işaret eder: Başıboşluk değil, yönünü bilmek. Kime ve neye bağlı olduğunu bilmeyen insan serbest kalmaz; aksine her rüzgârda savrulur. Tüm kuşatmalara, baskılara ve mahrumiyetlere rağmen başı Hakk’a ve hakikate bağlı olanlar, gerçekte asıl hür olanlardır; çünkü özgürlük, bağlardan kurtulmak değil, insanı insan yapan asıl bağa (Âl-i İmran,103) sımsıkı tutunabilmektir. Bu bağlamda özgürlük, yalnızca dışarıda kurulan bir düzen değil, içeride kurulan bir istikamet meselesidir. Başı Hakk’a bağlı olan yolunu kaybetmez; yolunu kaybetmeyenin özgürlüğü, rüzgâra değil hakikatin pusulasına emanet olur.
MODERN DÜNYADA ÖZGÜRLÜK ALGISI
Günümüzde özgürlük, çoğu zaman “istediğini yapabilme serbestliği” olarak sunuluyor. Oysa bu anlayış, insanı özgürleştirmekten çok esarete sürükler. Sınırsız arzular insanı rahatlatmaz; aksine onu sürekli bir tatminsizlik haline mahkûm eder. Her şeyin mümkün olduğu bir dünyada, hiçbir şey yeterli gelmez. Bu yüzden özgürlükten daha çok söz edilen bir çağda huzur azalıyor; seçenekler çoğalırken istikamet zayıflıyor.
Modern anlayışta özgürlük, kişisel hazlara, sınırsız tüketime ve anlık tatminlere indirgeniyor. Halbuki nefsin her arzusunu yerine getirmek özgürlük değil, bağımlılıktır: “Hevasını ilâh edinen kimseyi gördün mü?” (Furkan,43) Özgürlük, tercih sayısının artmasına bağlanıyor; oysa hakiki özgürlük, tercihi yönetebilme kudretidir.
Modern dünya, insanı sürekli daha fazlasını istemeye teşvik eden bir sistem üzerine kurulu. Tüketim kültürü, sosyal medya, popüler kültür, eğlence endüstrisi gibi unsurlar, insanlara sürekli “mutlu olmalısın”, “daha fazlasını istemelisin”, “kendini sınırsızca ifade etmelisin” mesajları veriyor. Bu özgürlük vaatleri, aslında insanın hazların esiri haline gelmesine yol açıyor.
Ekranlar ışıl ışıl yanarken iç dünya kararıyor, kalabalıklar artarken yalnızlık büyüyor, seçenek çoğalırken karar verme gücü zayıflıyor.
Sosyal medya beğenileriyle onaylanma bağımlılığı, tüketim çılgınlığıyla mutluluğu maddede arama, sürekli daha fazlasına sahip olma arzusu ve sınırsız eğlence arayışıyla tatminsizlik hissi gibi zaaflar, insanı özgür kılmak yerine, bağımlı hale getiriyor. Özgürlük adına atılan her adım, bir süre sonra nefse boyun eğme, dünyevi arzuların esiri olma, tatminsizlik ve huzursuzluk ile sonuçlanıyor.
İnsan, hazlarının peşinden koşarken özgürlüğünü kaybediyor. Ne kadar çok tüketirse o kadar eksik hissediyor; ne kadar çok eğlenirse o kadar derin bir boşluk yaşıyor.
Özgürlüğün en yüksek hali, nefsin esaretinden kurtulmak ve insanı yıpratan sınırsız isteklerin ağırlığından arınmaktır. İşte tam da bu noktada, Allah’a kulluk, insanı gerçek özgürlüğe kavuşturur. Gerçek özgürlük, insanın nefsine boyun eğmemesi, tutkularına teslim olmaması, dış dünyanın aldatıcı vaatlerine kapılmaması ile mümkündür. Allah’a kul olan insan, kula kul olmaktan kurtulur. Dünya hayatının geçici arzularına bağlanmayan kişi, gerçek huzuru bulur.
Allah’a teslimiyet, ruhu özgürleştirir, iradeyi güçlendirir ve insanı gerçek huzura kavuşturur. Özgürlüğü sınırsızlıkta arayanlar, farkında olmadan zincirlerini ağırlaştırırken Allah’a kul olanlar, her türlü esaretten azat olmanın huzuruna ererler.
ÖZGÜRLÜĞÜN ANAHTARI, KULLUK BİLİNCİDİR
İnsanın yaratılış amacı ve hayatının gerçek anlamı, kulluk bilincidir. Allah Teâlâ, insanı yalnızca dünyada bir süre yaşayıp sonra yok olması için değil, sadece O’na kulluk etmesi ve en güzel amelleri işleyerek imtihanı kazanması için yaratmıştır: “O ki, hanginizin daha güzel işler yapacağını denemek için ölümü ve hayatı yarattı.” (Mülk,2)
Medeniyetimizde, kulluk bilinci sadece belirli ibadetlerle sınırlı değildir; her kararımız, her sözümüz, her hareketimiz Allah’a kul olma gayesiyle şekillenir. Bu, sadece ibadetlerde değil, günlük hayatta da geçerlidir. İnsan, her davranışında Allah’ı anarak ve O’na yakın olmayı hedefleyerek yaşar. “De ki: “Şüphesiz benim namazım, bütün ibâdetlerim, hayatım ve ölümüm, Âlemlerin Rabbi olan Allah içindir.” (En‘âm,162) İşte tam bu noktada özgürlük meselesi, bir “hak” tartışması olmaktan çıkar; bir yön ve gaye meselesine dönüşür. Kulluk bilinci, omuza yüklenen bir kayıt gibi görüldüğünde özgürlük, sanki ondan kurtulmakmış gibi algılanır; oysa kulluk, insanı aşağıya çeken zincirleri kıran bir yükseliş halidir. Kula kulluğu, heva ve hevesin yönetimini, alkışların ve ekranların görünmez tahakkümünü azaltan bir iç disiplindir. İnsan Rabbine yöneldikçe başkalarının bakışından da kendi nefsinin baskısından da sıyrılabilir.
Özgürlüğün anahtarı, kulluk bilincidir; kaynağı ise iffetli olma halidir; çünkü insanı özgür kılan şey, sınırsız seçenekler değil, doğruyu seçebilme kudretidir. Bu kudret ise ancak ölçüyle diri kalır. Ölçünün kaybolduğu yerde özgürlük, hızla savrulmaya dönüşür.
Kulluk, insanın “ne yapıyorum?” sorusundan önce “niçin yaşıyorum?” sorusuna verdiği cevaptır. Bu cevap netleştiğinde hayat parçalanmaz; anlam etrafında toparlanır. Kulluk bilinci, insanın hayatını dağınık heveslerin elinden alır; anlamlı bir istikamete bağlar. Heves anlıktır, istikamet ise süreklilik ister. Bu yüzden kulluk, günü kurtaran tercihlerden ziyade hayatı inşa eden bir bakış açısı kazandırır.
Ahlak kitaplarında en alçaltıcı köleliğin şehvet köleliği olduğu belirtilir; çünkü insanı esir eden şey çoğu zaman dışarıdaki zincirler değildir; içeride büyüyen bağımlılıklardır. Nefsin “isterim” diye dayattığı her arzu, iradeyi biraz daha zayıflatır; irade zayıfladıkça insan, özgür olduğunu zannederken aslında sürüklenir.
Kerim Kitabımızda bu iç esaret çarpıcı bir şekilde anlatılır:
“Nefsinin kötü arzularını kendine ilâh edinen kimseyi gördün mü? Allah onu bir bilgiye göre saptırmış, kulağını ve kalbini mühürlemiş, gözlerine de perde çekmiştir. Allah’tan sonra artık onu kim doğru yola getirebilir? Hiç düşünüp ibret almaz mısınız?” (Câsiye,23)
Bu ayet-i kerime, özgürlüğün nerede kaybedildiğini açıkça gösterir: İnsan, haddini aşıp nefsini ilâh edindiğinde tutsaklaşır. Arzu, heva ve ihtiraslar ölçüsüzce merkezde durduğunda akıl, kalp ve basiret sırayla devre dışı kalır. Böyle bir insan, tercih ediyor gibi görünür ama gerçekte yönlendiriliyordur.
Bu hakikati Peygamberimiz de son derece net bir ölçüyle ortaya koyar:
“Akıllı kişi, nefsini hesaba çeken ve ölümden sonrası için amel eden kimsedir. Günahkâr kişi ise nefsini hevasının peşine takan ve Allah’tan olmadık şeyleri temenni eden kimsedir.” (Tirmizî, Kıyâmet, 25)
Burada akıl, zekâdan; özgürlük de sınırsızlıktan ayrılır. Akıllı olmak, her istediğini yapmak değil, nefsini durdurabilmek, hesabını bugünden yapabilmektir. Hevanın peşine takılan insan ise çoğu zaman özgür olduğunu zanneder; oysa geleceğini temennilere havale etmiş, iradesini arzularına teslim etmiştir. Bu teslimiyet, fark edilmeden kurulan en ağır esaret biçimidir.
Nitekim Efendimiz, insanı içten çökerten bu tehlikeyi daha da çerçeveler ve kurtuluş–helak ayrımını açıkça tarif eder:
“Üç husus vardır ki helak edicidir: İtaat olunan cimrilik, peşinden gidilen bir hevâ ve kişinin kendisini beğenmesidir. Üç husus da vardır ki kurtarıcıdır: Gizlide ve açıkta Allah’tan korkmak, zenginken de fakirken de orta yollu harcamak, rızâ halinde de kızgınlık halinde de adaletli olmaktır.” (Heysemî, Mecme‘u’z-zevâid, I, 90)
Bu hadis-i şerif, özgürlüğün hangi noktada çöktüğünü ve istiklâlin hangi zeminde yeniden inşa edileceğini gösterir. Helak edici olan üç unsurun ortak noktası, nefsin merkeze yerleşmesidir. Kurtarıcı olan üç vasfın ortak noktası ise, kulluk bilinciyle ölçünün hayata hâkim olmasıdır. Gizlide de açıkta da Allah’tan korkabilen, harcamada dengeyi koruyan, öfke anında bile adaleti terk etmeyen insan; dış baskılardan önce iç esaretten kurtulmuştur. İşte bu bağlamda asıl özgürlük, nefsin ilâhlaşmasına izin vermemek, hevayı yönetmek, iradeyi diri tutmaktır. Kulluk bilinci, insanı bu iç işgalden koruyan en sağlam siper; iffet ise bu siperi ayakta tutan ölçüdür.
İSLAM’IN HEDEFİ: GÖNÜLLERDEKİ VESAYETİ YIKMAK
İslam, yeryüzü iktidarından önce, gönüllerdeki iktidarı önemser. İnsanları Hakk’a ve hakikate davet ederken gerçek hürriyetin de Hakk’a kullukta aranması gerektiğini ilan eder. İslam, iç ve dış vesayetin güdümünden kurtarıp insanı gerçek özgürlük ve adalete ulaştırmayı öncelikli hedef sayar. Bu hedef, çağımızın en çok unuttuğu ölçüyü hatırlatır: Hürriyet, başıboşluk değildir; Hakk’a bağlanarak kula bağımlılıktan kurtulmaktır. İç vesayet, dış vesayetten daha sinsi işler; çünkü insan onu “benim tercihim” zanneder.
Bugün ve gelecekte fıtratın özünü bozmamak esas gayedir. Yalancı ve yabancı fikir ve ideolojilerden zihni korumak, habis duygularla gönlün safiyetini ve duruluğunu bozmamak, zararlı tavır ve davranışlarla da bedeni zillete dûçar etmemek gerekir.
Fıtrat bozulduğunda insan önce utanmayı kaybeder, sonra sınırı, sonra da yönü… Bu kayıp zinciri, en sonunda “özgürlük” kelimesini bile anlamından eder.
Tüm peygamberlerin gönderiliş amacı, ruhların istiklâlidir. Peygamberimizin yapmış olduğu ilk çağrı da bu istiklâle ve kurtuluşa yapılan bir çağrıydı: “Ey insanlar! Lâ ilâhe illallah (Allah'tan başka ilâh yoktur) deyin, kurtuluşa erin!” (Ahmed b. Hanbel, Müsned)
Kelime-i tevhidin bir “hayır”la başlayıp “evet”le kemale erdiğinin şuurunda olan müminler, hayatlarının her anında ve her alanda bu istiklâle uygun yaşarlar.
Kelime-i tevhid, sadece bir inanç beyanı değildir; putlara karşı bir reddiye, Hakk’a karşı bir sadakattir. Bu yüzden “Lâ” ile başlayan tevhid, insanı sahte ilâhların esaretinden kurtarır.
İSTİKLÂL: TOPRAKTAN KALBE UZANAN ÖZGÜRLÜK
İstiklâl; devletler için karar mekanizmasının bir başka devlete ya da herhangi bir güç odağına bağlı olmadan kendi kendini yönetebilmesi, milletler için günlük hayatlarını başka bir millete ya da güce tâbi olmadan kendi gaye ve hedefleri doğrultusunda sürdürebilmesi, fertler için ise herhangi bir baskının etkisi altında kalmadan hür iradesini tercihlerine, tutum ve davranışlarına yansıtabilmesidir.
Daha özelde istiklâl kavramıyla, vatan toprağının işgalcilerin mandasından kurtarılması ve o vatanın gerçek sahipleri tarafından bağımsız kararlarla yönetilmesi kastedilir. Ancak bu, çoğu zaman sadece coğrafî ve maddî bir bağımsızlık hali olarak kalmaktadır.
Siyasî, adlî, malî, ekonomik ve askerî alanlarda kazanılmış bu özgürlük büyük bir nimettir. Ne var ki bu nimetin, eğitim ve kültür boyutlarıyla birlikte insanın iç dünyasında da karşılık bulması; hakiki ve tam bir istiklâle dönüşmesi, insanla Allah arasına giren engellerin ortadan kaldırılmasıyla mümkündür. Ancak bu şekilde, fizikî esaretten kurtulmuş insanların zihin ve gönülleri de beşerî ve şeytanî güç odaklarının şeffaf zincirlerinden kurtularak özgürleşebilir.
Günümüzde pek çok ülkede bedenler ve üzerinde yaşanan vatan toprağı yara almaktan kurtarılmış gibi görünse de asıl savaş, zihinler ve gönüller üzerinden devam etmekte; milletler ruhen kan kaybetmekte ve iç dünyalarında sessiz bir işgale maruz kalmaktadır. “Hakkıdır Hakk’a tapan milletimin istiklâl!” diyen Mehmed Âkif, hakiki özgürlüğün ve bağımsızlığın Hakk’a teslimiyetten geçtiğini vurgularken tam da bu hakikate işaret etmişti. Hakk’tan gelen mesaja, adalete ve hakikate gönül verilmeden dışarıda aranan istiklâl, bir milleti emniyet ve selamete ulaştırmaya yeterli olmazdı.
Esaret, bedenlerin boyunduruk altına alınıp efendiliğe soyunmuş bir güruha hizmet ettirilmesi değildir sadece, gerçek esaret; heva, heves, arzu ve ihtirasların baskısı altında kalmak, tiryakisi ve bağımlısı olunan alışkanlıkların güdümünde yaşamak, makam, mevki ve servete sahip olma hırsı ya da onları kaybetmemek için değer dünyasından vaz geçmekle içte ve dışta yaşanan tutsaklık halidir.
NECAŞİ’NİN HUZURUNDA… MEDENİYETİMİZİN ÖZGÜRLÜK TARİFİ
Bu istiklâli ve özgürlüğü, İslam tarihinde Habeşistan’a hicret eden müminleri temsilen adil hükümdar Necaşi’nin huzurunda yaptığı o muhteşem konuşmayla Hazreti Cafer ne de güzel ifade etmişti:
“Ey hükümdar! Biz cahiliye zihniyetine sahip bir kavimdik. Ağaçtan ve taştan yapılmış putlara tapar, kendiliğinden ölmüş hayvanların etlerini yer, kız çocuklarını diri diri toprağa gömer, insanlık dışı bütün kötülükleri yapardık. Akrabalarımızla ilgilenmez, komşu hakkı tanımazdık. Kuvvetli olanlarımız zayıflarımızı ezer, zenginlerimiz fakirlerin sırtından geçinirdi. Hak hukuk nedir bilinmezdi. Biz bu halde iken Allah celle, bizim içimizden asil soylu, doğru, güvenilir, iffetli olarak bildiğimiz birini peygamber olarak gönderdi. O bizi bir olan Allah'a inanmaya ve yalnızca O’na ibadet etmeye çağırdı. Atalarımızdan miras kalan putlara tapmaktan........© Haber7





















Toi Staff
Sabine Sterk
Penny S. Tee
Gideon Levy
Waka Ikeda
Grant Arthur Gochin
Daniel Orenstein