Kalbi mamur bir dünya için: Toplumun takva ekseninde dönüşümü |
İnsanoğlu yeryüzünü mamur kılma gayretiyle nice medeniyetler kurdu; şehirler inşa etti, yollar yaptı, köprüler ördü; ancak çoğu zaman kendi iç dünyasının imarını ihmal etti. Oysa insanın dış dünyada kurduğu her yapı, iç dünyasında kurduğu düzene bağlıdır. Kalp harapsa şehir de harap olur; çünkü insanın iç dünyasında yıkım başladığında o yıkımın izleri er ya da geç toplumun her köşesine sirayet eder.
Beton binalar şehri istila ederken gönül evleri viran olur; gözler ışıltılı vitrinlerde dolaşırken kalpler karanlık dehlizlerde kaybolur. Hâlbuki insanı insan yapan, yaptığı işlerin miktarı ya da görünüşü değil, kalbinin yöneldiği istikamettir; amelinden önce niyetidir, gayretinden önce samimiyetidir.
Her hakiki medeniyet, önce gönülde filizlenir, takva önce kalplerde kök salar; oradan sokaklara, çarşılara, okullara, kültüre ve sanata nefes verir. Dış imar, iç ihyanın aynasıdır. Gönlü mamur olmayan bir toplumun kurduğu şehirler, eninde sonunda gönülsüzlüğün yükü altında çöker.
Nitekim ehl-i irfan bu hakikati şu beyitle ifade etmiştir:
“Sür çıkar ağyârı dilden tâ tecellî ede Hakk
Pâdişâh konmaz saraya, hâne mamûr olmadan.”
Hakk Teâlâ’nın kalpte tecelli etmesi için O’ndan gayrı her şeyi gönül evinden çıkarmak gerekir; zira bir hane mamur kılınmadan ve içerisi arındırılıp temizlenmeden padişah orayı teşrif etmez. İşte takvanın da özü budur: kalbi, Allah’tan alıkoyan her şeyden arındırmak ve onu ahlak-ı hamîde ile mamur etmek.
Takva, bir “iç imar” hareketidir; nefsi terbiye etmek, kalbi arındırmak ve hayatın her alanında ihsan bilinciyle yaşamak demektir. Gönlü Hakk’a yönelmiş bir insan, yaptığı her işi bir ibadet şuuru ile yapar. Bu sebeple bizim medeniyetimizin gönül mimarları, her hareketleriyle topluma ahlaki bir değer taşıdılar. Onları asıl büyük kılan, bu manevi derinlikti. Kalelerin surları ne kadar yüksek olursa olsun, milletlerin asıl dayanağı insanların gönüllerinde inşa ettikleri takva ve maneviyat kaleleriydi; çünkü iç dünya ihmal edildiğinde dış dünyanın ihtişamı bir seraba dönerdi ve ruhsuz şehirler süslü mezarlıklara dönüşürdü.
MEDENİYETİMİZİN TEMELİ TAKVA ÜZERİNE KURULMUŞTUR
Bizim medeniyetimiz, yalnızca maddi başarılar, ihtişamlı şehirler ve kazanılmış zaferlerden ibaret değildir. Onun temeli, takva üzerine atılmıştır.
Sözlükte “korumak, sakınmak, saygı göstermek, çekinmek, korkmak” gibi anlamlara gelen vikāye masdarından türeyen takva kelimesi; Allah korkusuyla, O’nun yasakladığı şeylerden korunmayı ifade eder. Öncelikle şirkten, sonra günahlardan, ayrıca günah ve haram olma ihtimali taşıyan şüpheli durumlardan ve gereksiz şeylerden sakınmayı kapsar. Takva, Allah’ın emirlerine titizlikle uymayı, O’na bilinçli bir yönelişi ve her an O’nun huzurunda bulunduğunun idrakinde olmayı içeren bir hayat bilincidir.
Kur’an-ı Kerim’de insanoğlunun hem bu dünya yolculuğu hem de ebedî ahiret yolculuğu için azık edinmesini emredilirken “Şüphesiz azığın en hayırlısı takvadır.” (Bakara,197) buyrularak asıl ihtiyacımızın maddi birikim değil, manevi donanım olduğu bildirilir; zira dünyevi azıklar tükenir ve fakat takva sahibi bir kalp, her türlü zorlukta kulu ayakta tutacak en sağlam dayanaktır. Bu hakikat bir adım daha ötesine taşınarak “Takva elbisesi ise daha hayırlıdır.” (A’râf,26) ayetiyle takvanın içimizde taşıdığımız bir azık olmaktan öte dışımıza yansıyan, her halimizle kuşandığımız bir şahsiyet ve ahlak elbisesi olduğu beyan edilir. Nasıl ki elbise insanı hava şartlarından ya da görünür kusurlardan korursa takva elbisesi de insanı günahlardan, kötülüklerden ve manevi tehlikelerden muhafaza eder. Bu elbise giydirildiğinde gönüle, her işte bir duyarlılık kriteri açığa çıkar. Bu duygu, O’nun gazabını celbedecek hâl ve tavırlardan uzaklaşma hassasiyetini kazandırır insana. Utanma ve mahcubiyet hissi de takvayı kuvvetlendiren vicdanî melekelerdir.
Sahabeden Übeyy bin Kâ’b, diken tarlasında eteklerini toplayarak yürüme titizliği şeklinde tarif ediyor takvayı. Yanlışa düşmeme uyanıklığıdır bu hâl; Allah’ın razı olmadığı bir hareketten titizlikle kaçınma, emirlerine uymada hassasiyet göstermedir. Takva elbisesinden mahrum kalanlar, çirkinliklerden korunamaz ve günaha sürüklenirler.
Takva, insanın hem kalbini hem davranışlarını arındıran bir hayat disiplinidir; kulun Rabbine olan saygısının, sevgisinin ve sorumluluk duygusunun hayata yansımasıdır. Hayatı ihsan kıvamında yaşamak, ibadeti, adaleti, merhameti ve ihsanı hayatın nabzına yerleştirmektir. Medeniyetimizin ruhu, işte bu incelikli bilinçle mayalanmış; adaletin, hikmetin ve insani erdemlerin hâkim olduğu bir hayat düzeni ortaya çıkarmıştır.
Ayet-i kerime, bu bilince ulaştıracak kılavuzun Kur’an-ı Kerim olduğunu beyan eder:
"Bu (Kur’an), kendisinde hiçbir şüphe olmayan bir kitaptır; takva sahipleri için bir rehberdir." (Bakara, 2)
Takva salt ahlaki bir hassasiyet olmaktan ziyade doğru yolu bulmanın anahtarıdır. Hatta bu anahtar, yalnızca dış kapıyı aralamakla kalmaz, aynı zamanda ayetlerdeki hikmet ve manalara açılacak iç kapıları da açar. Takva sahibi olmayanlar, tek başına akılla Kelamullahın muradına eremezler; çünkü ayetlerin maksat ve manaları, ancak kalbi takva ile berraklaşmış olanlara açılacak bir hazinedir.
İNSANIN DEĞERİ NE SOYLA NE MAKAMLA NE DE SERVETLE ÖLÇÜLÜR
İslam medeniyeti, dünya ile ahiret arasında hassas bir denge kuran; adaleti, merhameti, hakkaniyeti ve güzel ahlakı esas alan bir medeniyettir. Onun özünü takva şuuru oluşturur. İnsanın değeri ne soyla ne makamla ne de servetle ölçülür; yalnızca Allah'a olan yakınlığı ve takvasıyla kıymet bulur.
"Ey insanlar! Şüphesiz sizi bir erkekle bir kadından yarattık, tanışasınız diye kavim ve kabilelere ayırdık. Allah katında en kıymetli olanınız, O'na karşı gelmekten en çok sakınan, takva sahibi olanınızdır." (Hucurat, 13)
Bu ölçü, insanlık tarihinde eşi benzeri görülmemiş bir devrimdir; çünkü insanın kıymeti, dünyevi hiçbir ölçüte bağlı kalmadan yalnızca manevi kemaliyle tanımlanır. Toplumsal sınıfları ve ırkları aşan, tüm beşeriyeti aynı ilahi kaynağa bağlayan insanlıkta kardeşlik çağrısı olarak İslam medeniyetinin inşa ettiği toplum düzeni, işte bu kardeşlik bilinci ve takva temeli üzerinde yükselmiştir. Bizim medeniyetimiz de bu anlayışın omurgasını oluşturur: Kalbin arınması, nefsin terbiye edilmesi ve Allah'ın emirlerine isyandan sakınılarak sorumluluk bilinciyle yaşamak...
TAKVA MEDENİYETİ: ADALET VE AHLAK ÜZERİNE KURULU BİR DÜZEN
Takva, bir hassasiyet olmaktan öte bir toplumun karakterini belirleyen temel ilkedir.
Tarih boyunca gönüllerde taht kuran büyük İslam devletleri, siyasi kudretlerini adalet, ahlak ve manevi duyarlılıkla korumuşlardır. Yöneticiler adaletle hükmetmiş, halk dürüstlük ve merhametle yaşamış, alimler ve sanatkârlar ilimle takvayı birleştirmiştir.
Kur’an-ı Kerim’de bu toplumsal dengenin ölçüsü şöyle ifade edilir:
“İyilik ve takva üzerinde yardımlaşın; günah ve düşmanlık üzerinde yardımlaşmayın.” (Maide,2)
Bu ilahi ilke, takvayı kişisel bir erdem olmaktan çıkarıp toplumsal düzenin temeline yerleştirir. Takva merkezli bir toplumda insanlar; Peygamberimizin göğsüne işaret ederek “Takva buradadır!” (Müslim, Birr 30) dediği ilkeleri örnek alır ve zan ile ithamdan sakınırlar; çünkü zan ile itham, sözlerin en yalan olanıdır. Tecessüs yapıp başkalarının ayıplarını araştırmaz, birbirine karşı öğünüp böbürlenmez, kimseye hor bakmaz, kıskançlık ve kin beslemezler. Bu kardeşlik ikliminde kimse kimseye haksızlık etmez, kimseyi yardımsız bırakmaz ve küçük görmez. Güzel ahlak yayılır, anlayış, sabır ve nezaketle ilişkiler düzenlenir; ortak akıl ve istişare ile kararlar alınır, fertler sosyal sorumluluklarını yerine getirir ve ilahi taksimata rıza gösterip kanaatle yaşarlar. Takva toplumu hem şahısların hem de toplumun huzur ve saadetini gözetir, iyiliği çoğaltmayı ve kötülüğü ortadan kaldırmayı hedefler. Bu hedefler için el birliğiyle çalışan bir toplum hem dünyada huzurun hem de ahirette saadetin kapısını aralar; çünkü takva, kişinin kalbinden başlayıp aileye, mahalleye ve kurumlara kadar yayılan bir ahlak iklimidir.
Bu iklimde iffet, hayâ ve mahremiyet; adalet, merhamet ve doğrulukla birleşir. Her insan, Allah’ın huzurunda sorumlu bir kul olduğunun bilinciyle yaşar ve o zaman toplum, manevi kudretle ayakta durur ve medeniyet, iman ile erdemin üzerine inşa edilir.
KUBA MESCİDİ: TAKVA TEMELLİ BİR YAPI
İslam Medeniyetine giden hicret yolculuğunun ilk önemli duraklarından biriydi Kuba. Burada İslam’ın ilk mescidi bina edilmişti. Her külfetten sonra gelen nimet gibi mukaddes hicret yolculuğunda çekilen külfetten, Peygamberimizin doğup büyüdüğü yerden ayrılmak zorunda kalışından sonra gelen nimet de temeli takva üzerine kurulan Kuba Mescidi olmuştu.
Yeryüzünde bina edilecek tüm yapıların ve özellikle de Allah’ın dininin şiarı olan tüm mabetlerin hangi manevi temele dayanması, hangi niyet ve amaç için inşa edilmesi gerektiğinin numune-i imtisali olmuştu Kuba Mescidi.
Amellerin niyetlere göre değerlendirileceğini ve müminin niyetinin amelinden daha hayırlı olduğunu bildiren nebevî emir doğrultusunda ortaya konan bu değer ölçüsü, maddî olan bir binanın dahi takva gibi manevî bir temele dayanması gerektiğini kavramamızı istemekte; bozuk ve kötü niyetler üzerine bina edilen tüm yapılara karşı uyanık ve dikkatli davranmaya müminleri sevk etmekteydi.
Toprağın imanla yoğrulması, alınların secde kıvamında toprakla buluşması ile mümkün olurdu. Bir beldenin İslamlaşması ve manen imarı da mescit merkezli yapılardı. Bu sebeple yerleşim yeri olarak tespit edilen bir beldede ilkin bir cami inşa edilirdi, sonra da onun çevresinde eğitim ve ilim yuvası olan medreseler… Toplumsal değişimin merkez üssüydü bu mekânlar. Namazı hayatın merkezine almanın ve her şeyi onun çevresinde şekillendirmenin dışa vurumuydu.
Allah’ın nurunun bir kandil misali toplumu aydınlattığı yapılardı mescitler, beytullah olan Kâbe-i Muazzama’nın başka beldelerdeki izdüşümüydü, şubesiydi.
Öyle buyurdu Rabbimiz: “(O kandil) Öyle evlerde yanar ki Allah onların yüceltilmesine ve kendi adının içlerinde anılmasına izin vermiştir. Oralarda sabah akşam O’nu tesbih ederler.” (Nur, 36)
Allah’ın nurunun akılları,........