İnsan insanın yurdudur
Modern dünyanın temel çıkmazı, insana biçtiği rolde saklıdır. Batı medeniyetinin insana bakışını özetleyen "İnsan insanın kurdudur." sözü, toplumsal ilişkileri bir varoluş mücadelesi, dünyayı ise sınırsız bir sömürü alanı olarak çerçeveledi. Bu zihniyet, insanı özgürleştirdiği iddiasıyla çıktığı yolda, onu yalnız, aidiyetsiz ve sürekli bir tehdit algısı içinde yaşayan "atomize birey"e dönüştürdü. Oysa bizim medeniyetimiz, insanı diğerinin kurdu değil, yurdu olarak konumlandırır. Bu, naif bir iyi niyet beyanı olmayıp ontolojik bir gerçeklik ve ahlaki bir sorumluluktur. Medeniyetimizde insan, diğeri için sığınılacak bir liman, güvenilecek bir dost, koruyacak bir kardeş, tükenmeyen bir umut ve genişleyen bir ufuktur. Yurt olma bilincimizi yeniden inşa edebilmek için insanı insana yabancılaştıran ve her türlü manevi bağı kemiren kurt zihniyetini iyi tanımak zorundayız.
Bizim medeniyetimizde yaratılmış her şey, zıddıyla bilinir, zıddıyla anlam kazanır. "Eşya zıddıyla kaimdir." ilkesi, hayatın ve hakikatin temel bir yasasıdır. Işığı anlamak için karanlığı, iyiyi tanımak için kötüyü bilmek gerekir. Doğru yanlış, güzel çirkin, dost düşman, adalet zulüm, varlık yokluk, birlik tefrika ile anlam kazanır. İşte bu yazı, maddeyi, niceliği ve görünür olanı mutlaklaştıran Batı medeniyetine karşı, mana, nitelik ve görünmeyenin hikmeti üzerine kurulu kendi medeniyet değerlerimizi, bu zıtlık üzerinden anlama ve anlatma çabasıdır. Bu karşılaştırmalı bakış, bize sadece bir eleştiri sunmakla kalmayacak, aynı zamanda "insanın insana yurt olduğu" daha adil ve daha erdemli bir dünyanın imkanlarını keşfetmemiz için bir yol haritası çizecektir.
NİCELİK MEDENİYETİ: RAKAMLARIN GÖLGESİNDE KALAN İNSAN
Batı medeniyeti, varlığının maddi temelini ve ilerleme kriterini nihai olarak sayılar, istatistikler ve ekonomik göstergeler üzerine inşa etmiş bir medeniyettir. Burada her şey ölçülebilir, tartılabilir ve rakamlara dökülebilir olmalıdır. Bir ülkenin kalkınmışlığı gayri safi milli hasılasının büyüklüğüne, bir şirketin başarısı yıllık kâr raporlarına göre belirlenir. Eğitim sınav puanına, sanat gişe hasılatına, değer fiyat etiketine indirilir; insan ise tüketim verisine dönüştürülür.
Bu zihniyette en değerli olan, rakamların yüksekliği üzerinden belirlenir; en çok satan kitap, en çok seyredilen film, en çok takipçi toplayan hesap, en çok beğeni alan fotoğraf, en çok yatırım çeken şirket, en çok tıklanan haber… Böyle bir dünyada nitelik yani bir şeyin hayırlı olup olmadığı, faydalı sonuçlar üretip üretmediği, doğruyu yansıtıp yansıtmadığı, güzeli ve hakikati taşıyıp taşımadığı, külli iyiliği mi yoksa kötülüğü mü çoğalttığı gibi kriterler, niceliğin parlak tabelaları karşısında görünmez hale gelir. Anlam, hikmet ve sahihlik geri plana itilir; yerlerini popülerliğin ve tüketim hızının geçici ışıltısı alır. Böylece “Kaç?” ve “Ne kadar?” soruları, “Niçin?” ve “Nasıl?”ın önüne geçer; insanı anlamaktan çok saymayı önceleyen hakikatten kopuk bir zihniyet ortaya çıkar.
Bu niceliksel çokluk, maddi refah getirmiş gibi görülür ve fakat bu refah, insanın manevi dokusunu, ahlaki hassasiyetlerini ve iç huzurunu adeta bir girdap gibi içine çeker. Sürekli büyüme hırsı, insanı "daha fazlası"nın kölesi yaparken insan; şirket bilançolarında bir iş gücü, pazarlama verilerinde bir tüketici, nüfus istatistiklerinde ise sadece bir numara haline gelir. Nihayetinde, kâinatı sayılara boğan bu anlayış, insanı da sayılardan bir sayıya indirgemiştir.
Bu sistemin en trajik sonucu, “değer” ile “fiyat”ın birbirine karıştırılması olur. Pahası biçilemeyen şeyler; anne duasının bereketi, kırık bir kalbi onarma çabası, helal lokmanın huzuru, bir yetimin başını okşamak, bir dostun vefası, içten bir selam ve bir tebessüm, mahcup bir teşekkür, sükûnet dolu bir akşam, gönle ferahlık veren bir sabah değersizleşirken pahalı arabalar, lüks markalar, gösterişli tatiller ve tüketimle şişirilmiş statüler hayatın nihai amacı haline gelir. Oysa dinimiz, insanın gerçek değer ölçüsünü; servet, güç, görünür başarı veya dünyevî etiketlere değil, Allah katındaki takvaya ve güzel ahlaka bağlar. Nitekim bir ayette, “Şüphesiz Allah katında en değerliniz, takvaca en ileri olanınızdır” (Hucurât, 13) buyurulurken Peygamber Efendimiz de bu takvayı ölçülebilir kılan en belirgin vasfı şu hadisiyle beyan etmiştir: “En hayırlınız, ahlâkı en güzel olanınızdır.” (Buhârî, Menâkıb 23)
Evet ilahi huzurda kıymetli olan; riyadan uzak bir iyilik, gizlice verilen bir sadaka, bir mazluma sahip çıkmak, helal kazancı tercih etmek, kul hakkından sakınmak, merhameti çoğaltmak ve kalbi selime yatırım yapmaktır. Allah’ın rızasına ve ebedî huzura ulaştıran o kapı, ederi yüksek şeylerin değil, kıymeti yüksek amellerin peşinden koşanlara açılır. Gerçek iz bırakanlar da işte bu “görünmeyen hazineleri” çoğaltanlardır.
Bizim medeniyetimiz; insanın maddi refahıyla birlikte ama ondan çok daha önce insan-ı kâmil olma yolculuğunu merkeze alır. İnsanın şerefini, komşusuna olan merhametini, mahlukata karşı sorumluluk bilincini ve Âlemlerin Rabbine karşı kulluk vazifesini de kapsayan çok daha bütüncül bir değerler manzumesi üzerine kuruludur.
Neticede, sadece rakamlardan müteşekkil bir medeniyet, ruhu besleyemez. "Onlar, dünya hayatının görünen yüzünü bilirler. Ahiretten ise tamamen gafildirler." (Rûm,7) uyarısına muhatap olur. Sayıların soğuk dili, kalbin sıcaklığına tercüman olamaz. İnsanı sürekli dışarıdaki göstergelerle meşgul eden bu sistem, onu kendi içindeki boşlukla yüzleşmekten alıkoyar; ancak bu kaçış geçicidir. Nihayetinde, bu medeniyet, sayılar yükseldikçe mutluluğun azaldığı, lüks arttıkça manevi yoksulluğun derinleştiği bir paradoks içinde insanı mutsuz, toplumu ise huzursuz kılmaya mahkûmdur.
VAHİYDEN KOPUŞ: SINIRLI AKLIN İKTİDARI
Batı'nın bilgi anlayışı, Aydınlanma ile birlikte epistemolojik bir darbeye maruz kaldı. "Kendin düşün!" çağrısı, özgürleştirici bir adım gibi gösterilse de zamanla mukaddes olandan radikal bir kopuşa evrildi. Vahiy, öznellik ve dogma zannıyla meşru bir bilgi kaynağı olmaktan çıkarıldı; onun yerini sadece deney ve gözleme dayanan pozitivist bir akıl aldı. Bu durum; "Yoksa siz, gerçekten gökleri, yeri ve ikisi arasında bulunanları sadece boş yere, anlamsızca mı yarattık sanıyorsunuz?" (Mü'minûn, 115) uyarısının işaret ettiği anlam arayışından uzaklaşmak, kâinatı anlama çabamızdan Yaratıcı fikrini çıkararak yalnızca yaratılan ile sınırlı bir laboratuvara hapsolmak anlamına geliyordu.
Bu yaklaşım, teknolojik atılımların ve maddi ilerlemenin önünü açtı belki ve fakat bu sonuç, pahalı bir bedelle geldi: Bilginin kalbî, ahlakî ve metafizik boyutu sistematik olarak yok sayıldı. "Nasıl?" sorusuna cevap arayan bilim, "Niçin?" ve "Neden?" sorularını cevapsız bıraktı. Akıl, vahyin sınır çizdiği uçurumların kenarından geçerek kendi başına mutlak bir yargıç haline geldi. Sonuç, modern insanın içine düştüğü derin anlam krizi ve manevi boşluktur.
Bizim medeniyetimizde bilgi, tek katmanlı değil, çok katmanlı ve bütüncüldür. Bu sistemde duyular, akıl, kalp ve vahiy birbirini tamamlayan, dengeleyen ve zenginleştiren kaynaklardır. Akıl, bir hâkim değil, bir araştırmacı; vahiy ise onu sapkın yollara düşmekten koruyan bir kılavuz ve bir nurdur. "Müminlere hidayet kaynağı ve müjde olan (Kur’ân’ı) Allah’ın izniyle senin kalbine indiren O’dur.” (Bakara,97) Bu ayet, aklın vahiy karşısındaki asil konumunu gösterir: Anlamaya çalışmak, ama nihai hükmü Allah'a bırakmak. Kur’an ve Sünnet, hakikatin mutlak ve değişmez mihengi olarak kabul edilir; akıl ise bu ebedi ışık altında düşünmek, tefekkür etmek, anlamak ve yorumlamakla yükümlüdür. Bu, aklı reddetmek değil, tam aksine onu asli görevine kavuşturmaktır. "Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?" (Zümer, 9) ayeti ilmi teşvik ederken, "Yeryüzünde dolaşmıyorlar mı ki, orada olanları akledecek kalpleri, işitecek kulakları olsun." (Hac, 46) ayeti, bilginin kalp ve takva ile olan bağını ortaya koyar. Sınırsız bir güç olmaya kalkışan akıl, en nihayetinde kendi karanlığına düşer; oysa vahyin rehberliğindeki akıl hem dünyayı inşa eden hem de ebedi kurtuluşu bulan bir araç olur. Nitekim İslam medeniyetinin altın çağında, İbn Sînâ hem tıbbı hem metafiziği, Bîrûnî hem astronomiyi hem de Kur’ân’ı anlamaya yönelik ilmî yorumlarını aynı derinlikle ele alabilmiştir. Diğer büyük isimlerden olan Fahreddin Râzî, hem kelamı hem tefsiri; İbn Rüşd, hem felsefeyi hem hukuku; Nasîrüddîn Tûsî ise hem matematiği hem ahlak ilmini büyük bir bütünlük içinde işleyebilmiştir; çünkü onlar için bilgi, Allah’ın ayetlerinin, kâinatın ve vahyin, birlikte okunmasıydı. Bu sentez, insana maddenin ve mananın anahtarını sunar ve onu anlam krizinin uçurumundan kurtararak hem bu dünyada hem de ebedi âlemde insan olmanın şerefli yoluna iletir.
HİKMETTEN UZAKLAŞAN BİLİM: ARAÇ MI, AMAÇ MI?
Bizim geleneğimizde ilim, sadece zihni dolduran soyut bir enformasyon yığını değil, kalbi arındıran, nefsi terbiye eden ve kişiyi Rabbine yaklaştıran mukaddes bir hikmet yolculuğudur. “Kime hikmet verilmişse, şüphesiz ona çokça hayır verilmiş demektir.” (Bakara, 269) ayeti, bu yolculuğun hedefini gösterir. Bu yolculukta bilginin nihai hedefi, tabiata hükmetmek değil, kendini bilmek ve bu bilgiyle ahlakı kemale erdirmektir. Tasavvuf geleneğinde sıkça dile getirilen “Nefsini bilen Rabbini bilir.” hikmetli sözü de bu irfan çizgisini işaret eder. Bu bağlamda geleneğimizde bir âlim, okuyan ve okuduklarıyla güzel ahlakı besleyen, edebi ilminin önüne geçiren, ilmiyle amel eden ve çevresine fayda üreten kimsedir. Nitekim Peygamberimiz: “Allah’ım! Faydasız ilimden, korkmayan kalpten, doymayan nefisten ve kabul edilmeyen duadan sana sığınırım.” (Müslim, Zikir, 73) diye dua ederek ilmin ancak amele dönüştüğü ve nefsi terbiye ettiği zaman anlamlı olduğunu öğretmiştir. “İlim, maluma tabidir.” sözü de insanın ilimle hangi hedefe yöneldiğinin belirleyici olduğunu gösterir. Allah’ı bilmekse maksat, ilim kişiyi tevazu ve huşu sahibi yapar; dünyanın imkânlarını çoğaltmaksa maksat, ilim kimi zaman kişiyi kibre ve gurura sürükleyebilir.
Batı düşüncesinde ise bilgi, çoğu zaman kuvvet olarak okunmuştur. Bu yaklaşım bilginin hükmetmenin, kontrol etmenin ve kâr etmenin bir aracına dönüşmesine yol açmış; “yapabilir miyim?” sorusunu merkeze alırken “yapmalı mıyım?” sorusunu geri plana itmiştir. Vicdandan bağımsız teknoloji, insanlığı ahlaki açıdan tehlikeli sulara sürükler. Atomu parçalayarak enerji üretmek de mümkündür; aynı ilmi kullanarak Hiroşima’ya bomba atmak da. Yapay zekâ ile hastalıklara çare bulmak da mümkündür; insana ve insanlığa kast eden projeler tasarlamak da. Bu yaklaşım, “Yeryüzünde bozgunculuk yapmayın” (A'râf, 56) ilahi uyarısını göz ardı eder.
İlim ahlaktan, teknoloji vicdandan ayrıldığında ortaya çıkan şey medeniyet değil; mekanik bir canavarlıktır. İslam medeniyetinin özlediği ilim anlayışı, hikmeti merkeze alır. Hikmet, eşyaya ve olaylara Allah’ın koyduğu nizam çerçevesinde bakabilmek; bilgiyi yerli yerince kullanmak ve onu hayra, güzelliğe ve adalete vesile kılmaktır. Bu anlayış, ilmi dünyevi bir vesile olarak görürken onu nihai amacı olan marifetullah’tan (Allah'ı tanıma) ve takva şuurundan koparmamayı esas alır. “Allah’tan hakkıyla ancak âlimler korkar.” (Fâtır, 28) sırrı burada tecelli eder; çünkü hikmetsiz ilim, sadece boş bir gürültüden ibarettir; amacından kopmuş araç ise insanı varacağı yere değil, uçuruma götürür.
GÖRSELLİK ÇAĞI: HAKİKATİN YİTİRİLİŞİ VE TEŞHİR KÜLTÜRÜ
Batı medeniyeti, gözün mutlak hâkimiyetinde şekillenen bir dünyadır. “Var olmak, görünmekle eşdeğer” hale gelmiş ve modern çağın temel dogması böylece kurulmuştur: Görünmeyen, yok sayılır. Sanattan siyasete, tüketim kalıplarından gündelik ilişkilere kadar her alan büyük bir gösteriye, hiç bitmeyen bir sahne performansına dönüşmüş; kişinin imajı hakikatinin önüne geçmiştir.
“Yeryüzünde böbürlenerek yürüme! Çünkü sen ne yeri yarabilirsin ne de boyca dağlara erişebilirsin.” (İsrâ, 37) ayetinin uyardığı tevazu çizgisi unutulmuş, yerine kendini sürekli sergileyen kibirli bir benlik kurulmuştur.
Bu değişim, derin hakikatlerin ve erdemlerin yerine parlak görüntülerin, süslü kabukların ve sürekli bir öz pazarlamanın geçtiği bir kültür doğurmuştur. Sosyal medya, bu teşhir kültürünün mabedi haline gelmiş; beğeniler ise sahte birer lütuf gibi sunulmuştur. İnsan artık yaşadığı ânın hakiki lezzetini düşünmek yerine, o ânı hangi açıyla daha iyi paylaşacağını hesaplar hale gelmiştir. Mahremiyet zafiyet gibi görülürken teşhir bir erdemmiş gibi takdim edilmiştir.
“Onlar ki yaptıklarını gösteriş için yaparlar.” (Maun, 6) ayeti, bu yönelişin İslami değerler sistemindeki karşılığının riya olduğunu ve çabanın boşluğunu haber verir.
Dış onaya bağımlı bu hayat tarzı,........





















Toi Staff
Sabine Sterk
Penny S. Tee
Gideon Levy
Waka Ikeda
Grant Arthur Gochin
Daniel Orenstein
Beth Kuhel