Gönül terbiyesi olmazsa akıl savrulur, nizam bozulur, birlik dağılır |
Gönül, nice dillerde karşılığı bulunmayan nadide bir gül ağacı gibi medeniyetimize özgü bir kelimedir. İman, sevgi, istek, anma, muhabbet, cesaret, iyilik, doğruluk, merhamet, takva benzeri kalpte oluşan bütün sezgi ve duyguların kaynağıdır gönül. Akleden kalbin manevî yönü; idrak, şuur, irade ve karar gücünün merkezi, doğruyu, hakkı, hakikati fısıldayan vicdandır. Nurettin Topçu’nun veciz ifadesiyle: “Bizde gizlenmiş bir Allah sesi var; ona kalp diyoruz.” İnsanın ilahî çağrıyı duyduğu yerdir gönül, insanı insan yapan da o sese kulak verebilmesidir.
Türkçemizin gözelerindendir gönül, zenginlik kaynağıdır. Bu yönüyledir ki o sadece bir kelime değil medeniyetimizin köklerinin tutunduğu ana damarlardandır. Gönül bağına giren onda gönle ferahlık veren nice güller derer de onun rayihası gönül darlığını ortadan kaldırır. Gönül rızası olunca asan olur bütün işler. Nice sözler vardır ki gönle hoş gelir, niceleri de vardır ki gönlü yaralar. Kişi verdiğine karşılık beklemez de gönlümden koptu der. Bir de gönül yarası vardır ki âşığın derdi de devası da işte bundan başka bir şey değildir. Firkatteyken kavrulur, vuslata ulaşmak için de ferman dinlemez gönül.
BİZİM MEDENİYETİMİZ, GÖNÜL MEDENİYETİDİR
Biz ki ilim, irfan ve hikmetle inşa ettiğimiz medeniyete Gönül Medeniyeti demişiz. Bu medeniyetin göz kamaştıran ve ufuk veren eserlerine hayran olmuşuz. Süleymaniye’nin azameti, Selimiye’nin zarafetiyle Mimar SiKur’annan’ın şaheserlerine yansıyan gönül işçiliğine, Sultan Fatih’in hükümdarlığında yaşanan gönül iktidarına, irfan ehli Yunus Emre’nin mısralarına ruh veren gönül diline, şehadetleri nesillere ve çağlara bir çağrı olan şehitlerin aşkına sevdalanmışız.
İmam Gazali’nin ilmiyle kalbi yoğuran tefekkürünü, Süleyman Çelebi’nin Peygamber sevgisini ilahi bir nağmeye dönüştüren mevlid dilini, Ahi Evran’ın alın teriyle yoğrulmuş ahlakını, Akşemseddin’in fethin kalbine yerleştirdiği manevi kudreti, İmam-ı Azam’ın adaletle temellendirilmiş ilim ve hikmet mirasını örnek almışız. Sadaka taşlarıyla gizli infakı, vakıf kültürüyle paylaşılan bereketi, dergahların kapısında yazan “Edep Yahu!” ikazını hayatın her alanına taşımaya çalışmışız.
Bu gönül medeniyetinin yapılarında mimarların, satırlarında âlimlerin, muhitlerinde âriflerin, işlerinde zanaatkârların, dualarında annelerin izi vardır
Medeniyetimizin hamurunu iman, ahlak, ilim, irfan, adalet ve merhametle mayalayan gönül mimarlarının, fikir, dava ve aksiyon öncülerinin izini sürmeyi mukaddes bir vazife bilmişiz.
Mehmet Akif’in cami minberinden gönüllere dokunan ve şuur telkin eden diliyle mısralarında tasvir ettiği Asım’ın Nesli, Necip Fazıl’ın cesaret veren gür sesiyle meydanları dolduran ve mefkûresini ortaya koyduğu dergi ile sembolleşen Büyük Doğu Nesli, Sezai Karakoç’un yerli millî duruşu ve medeniyet tasavvuru ile idealize ettiği Diriliş Nesli ve daha nice öncü şahsiyetin öldükten sonra da yaşamak için ektiği tohumlardan ve diktiği fidanlardan ilham alarak gönüller kazanmaya talip olmuşuz.
Bu medeniyetin tarihî birikimlerine şahit olunan her yeri de Gönül Coğrafyamız olarak isimlendirmişiz. Anadolu’dan Balkanlara, Horasan’dan Türkistan’a, Mâverâünnehir’den Hint Alt Kıtası’na, Hicaz’dan Kudüs’e, Şam’dan Bağdat’a, Kuzey Afrika’dan Endülüs’e… İnanmış gönüllerin yaşadığı tüm coğrafyalarla gönül birlikteliğimizi muhafaza etmeyi ve tarihte olduğu gibi bugünden geleceğe kalıcı izler taşımak için gönül köprüleri kurmayı kutlu bir gaye olarak görmüşüz. Ayrıca gönül coğrafyamızı imanla mayalayan Horasan ve Anadolu erenlerini de gönül erleri, erenleri ve pirleri olarak her daim hürmet ve minnetle yâd etmiş ve onları örnek alarak gönüller kazanmaya talip olmuşuz. Hoca Ahmet Yesevî’den Mevlâna Celâleddîn-i Rûmî’ye, Hacı Bayram-ı Velî’den Yunus Emre’ye, Ebu Hanife’den Maturidi’ye, Eş’ârî’den Gazalî’ye ve yakın dönem öncülerine varıncaya kadar daha nice âlim ve arif şahsiyet, yetiştirdikleri öğrenciler ve bıraktıkları eserler ile İslam medeniyetinin güzelliklerinin tüm dünyaya yayılmasına öncülük etmişler ve gönülleri terbiye etmenin yollarını göstermişler.
GÖNÜL TERBİYESİ OLMADAN OLMAZ!
Çağımız bir bakıma buhranlar çağı, tüketim toplumunun mekanik ve sonu gelmez devingen yapısı maalesef gönüllere şifa verecek dokunuşları elimizden aldı.
Yakınlar birbirini tanımaz oldu, bir selam vermek, hâl hatır sormak, gönül almak, en önemlisi de bir gönüle girmek ve gönüller kazanmak için adım atmak zor gelir oldu.
Artık düşünecek, duraklayıp iki kelam edecek, zaman ve mekân ötesi yolculuğa çıkaracak “Hızır Saatleri” azaldı.
Kalabalıklar içinde yalnızlaşan insanın gönlündeki boşluklar, yanlış adreslerde, terapi, meditasyon benzeri arayışlarla kapatılmaya çalışıldı; oysaki böylesi zamanlarda yavaşlamak, düşünmek için durmak, ruhumuzu teskin edecek duraklarda dinlenmek, daha da önemlisi kalb-i selîme ulaşabilmek için gönül terbiyesine talip olmak gerekirdi.
Gönül terbiyesi; insanın ruhen olgunlaşmasına, manen gelişmesine, daha erdemli ve daha iyi bir insan hâline gelmesine vesile olan süreçtir. Gönül terbiyesine talip olan için bir yolculuk başlar, bir gönül yolculuğu, bir iç yürüyüş… Bu yolun yolcusu, kendini tanıyıp zaaflarının farkına vardıkça ve iradesiyle kendini yönetebilme kabiliyetini geliştirdikçe tekâmül yolunda mesafeler kat eder.
Akıl, vicdan ve irade temelinde dengeli ve mutedil hareket etmeye yönelir. “Semere-i hayat, hayır ile yâd edilmektir.” ufkuyla bu kubbede bir hoş sada bırakmak ve öldükten sonra da yaşamak için kalıcı yatırımların peşinden koşar. Bu yolculuk sürecinde ve sonunda selim bir kalbe sahip olmak için iyi insan olma, salih amel, hayır dua ve güzel insanlar biriktirme derdinde olan gönül erlerinin safında yer alarak iyilikleri çoğaltmaya ve küllî iyiliğe katkıda bulunmaya gayret eder.
Bu yolun yolcusu; “Bunca varlık var iken gitmez gönül darlığı” diyen Yunus’umuzdan ilham alarak tefekkür, muhasebe ve yenilenme bilinciyle gönül darlığından kurtulmak ve inşirah ile sekînete ulaşmak için bilmekten bulmaya, bulmaktan olmaya giden bir tekâmüle talip olur. “Her dem yeniden doğarız, bizden kim usanası.” umudu, heyecanı, azmi ve kararlılığıyla her dem tazelenmeye, her sabah yeni bir başlangıca niyet etmeye, kalbini diriltmeye gayret eder.
Evet hakikat yolcusu; kendi iç yürüyüşünü ihmal etmeden en yakın çevresi ailesinden başlamak üzere toplumun her kesimine ulaşma gayretiyle, kapalı gönülleri açmak, kırılan gönülleri tamir etmek, daralan gönülleri genişletmek, dargın gönülleri barıştırmak, gönüllere dokunmak, gönüller yapmak, kısacası bir gönüle girmek ve gönül fethine talip olmak gibi ulvî gayeler uğruna çaba sarf eder. İlmini, malını, vaktini, tecrübesini, kabiliyetlerini, merhametini, varlık alanında kendisine sunulan tüm imkânları dünyevî hiçbir karşılık beklemeden bu kutlu gaye için infak eder ve bilir ki; “Başkaları için ne harcarsanız Allah onun yerine daha yenisini verir. O rızık verenlerin en hayırlısıdır.” (Sebe,39) ayetinde belirtildiği gibi paylaştığı her tür iyilik, daha yenisi ve daha güzeliyle, belki daha farklı boyutlarda, hiç ummadığı şekilde kendisine geri verilecektir.
ÇİFTE KANAT: AKIL VE GÖNÜL ARASINDAKİ DENGE
Üstad Necip Fazıl, 1960’lı yıllarda bir Ramazan ayında verdiği konferansları daha sonra Batı Tefekkürü ve İslâm Tasavvufu adlı eserinde toplamış; bu kitapta Batı’yı felsefe, İslâm dünyasını ise tasavvuf üzerinden açıklamaya çalışmıştır. Necip Fazıl, yalnız akılla yahut yalnız gönülle bakmanın eksikliğine dikkat çekerek, “Çifte Kanat” adını verdiği yaklaşımıyla akıl ve gönül, dünya ve âhiret, madde ve mânâ kavramlarının dengeli biçimde kavranmasının önemini vurgular. Üstad, özellikle akıl ve ruh ilişkisini anlatırken şu çarpıcı tespitleri yapar:
“Batılı zanneder ki yalnız akılla olur. Bir büyük manivela ile maddeyi fetheder, vinç gibi kaldırır; fakat vinç ruh desteğinden mahrum kalınca kopar ve altındakileri ezer.
Biz de zannettik ki, akılla olmaz. Ruhun her şeyini yerine getirdiğimiz hâlde aklın miskin manivelasına kurban gittik... Ne akılla olur, ne de akılsız. Çifte kanat hikâyesi... Zaten bu zevki yitirdiğimiz için kaybettik her şeyi.”
Bu çifte kanat metaforu, medeniyetimizin kaybettiği dengeyi hatırlatan en derin sembollerden biridir. Gönül kanadı olmadan, sadece akıl kanadıyla hakikate ulaşmak mümkün değildir. Gönül terbiyesi olmadan akıl savrulmaya mahkûmdur.
AKIL GÖNÜLSÜZ, GÖNÜL DE AKILSIZ ÇALIŞMAZ
Akıl, bilgiye ulaşmada önemli bir vasıtadır ve insana verilmiş en büyük nimettir. Gönül ise aklın düşünüp ürettiklerinin sağlamasının yapıldığı yerdir, doğruyu fısıldayan vicdandır. Akıl duygulardan ve çevre şartlarından bağımsız olmayıp tecrübe ve eğitim yoluyla inşa edilen bir melekedir. Akıl ve gönül, hakikate giden yolda birbirine bakan aynalar gibi etkileşim hâlindedir; bu etkileşim ilim ve irfanla beslendikçe insanın tutum ve davranışlarında nezaket ve zarafet görülür. Akıl gönülsüz, gönül de akılsız çalışmaz; her insana gönlü olan bir akıl, aklı olan bir gönül gerekir. Allah vergisi bu iki nimeti tefrika ve zıtlıktan korumak; insana akıl ve gönül nimetini bahşeden Yaratıcının gönderdiği vahyi ve onu hayata taşıyan Rasûlünün sünnet-i seniyyesini rehber edinmekle, vahyin doğru anlaşılması ve tüm insanî, ahlakî ve dinî sorumlulukların yerine getirilmesi de vicdanla birlikte hareket eden temiz bir akla sahip olmakla mümkün olur.
Akıl yoluyla kavradığımız bilgiler bakış açımızı belirler ve eşyayı o bilgiler yardımıyla yorumlarız. Öncelikle iyi kötü, güzel çirkin, doğru yanlış, maruf münker, faydalı zararlı zıtlığında hayatı ve insanı konu edinen her bir olguyu dikkatle süzmek gerekir. Diğer taraftan bu teorik bilgiler; iman ve ihsan duygusuyla kalbe akar ve istek, heyecan, gönül coşkunluğu ve irade ile desteklenip tutum ve davranışa dönüşürse ancak o zaman insana fayda sağlayabilir. İman, kalbin tasdiki ile başlar; imanın karargâhı gönüldür. Aklın kavrayabildiği bilgiler gönülde tasdik edildiğinde inanmak, kalbin ameli olur. Yapılan her ibadet, duyulan her ayet gönülde bir güven oluşturur ve imanı sağlamlaştırır.
Akleden bir kalbe sahip olmak, en büyük nimetlerdendir.
“Yeryüzünde gezip dolaşmadılar mı ki akledecek kalplere ve dinleyecek kulaklara sahip olsunlar; çünkü gözler kör olmaz, ancak göğüsler içindeki kalpler kör olur.”
(Hacc, 46)
Bu ilahî beyan, hakikati kavramanın sadece zihinsel bir süreç olmadığını bildirir. Akıl, kalp nuruyla birleştiğinde anlam bulur. İnsan gördüklerinden ibret almadığında kalbiyle düşünmediğinde körleşir; çünkü asıl körlük gözde değil, kalptedir. Kur’an-ı Kerim, akletmeyi kalbe nispet ederek insanın düşünen, hisseden, sezgisiyle idrak eden, vicdanıyla yön bulan bir varlık olduğunu hatırlatır. Gerçek idrak, kalbin nuruyla aydınlanmış aklın eseridir.
İnsan aklını gönlünden ayırdığında, iç çatışma başlar; nizam bozulur, birlik dağılır. Akıl tek başına kaldığında kendine yeter zannına kapılır, insanı huzur iklimine ulaştıramaz. Aklın ölçüsüz özgürlüğü, zannını “hakikat” sanmaya, sözde aydınlık fikirlerin, insanı manevî körlüğe ve anlam kaybına sürüklemesine yol açar. Akıl, eğer gönül tarafından terbiye edilmezse aydınlık sandığı yolda kendi gölgesine takılır.
AKLIN ZAFERİ, GÖNLÜN MAĞLUBİYETİ OLMAMALI
Günümüz insanı, akla endeksli yaklaşımlarla maddî alanda başarıya, özellikle kişisel başarıya odaklı ilerlemeye kodlanmıştır. Tüm ölçütler, akılcı ve doyumsuz bir hayat tarzını empoze etmektedir. İnsan, üretim ve tüketim sarmalı içinde kendi varlığını fayda, kâr ve performans üzerinden tanımlamakta; “başarı”yı ruhun dinginliğiyle değil, elde ettiği imkânlarla ölçmektedir.
Böylece akıl, vahyin rehberliğinden ve kalbin yönelişinden koparak yalnızlaşmış; araçları yücelten, anlamı unutan bir idrak biçimine dönüşmüştür. Bu durum, insanı dış dünyada ilerletmiş; ama iç dünyasında geriletmiştir. Bilgi çoğalmış ve fakat hikmet azalmıştır. Eşyayı çözümleyen akıl, hakikati kaybetmiş, ruhsuz bir bilgi yığını, gönülsüz bir ilerleme ideali hâkim olmuştur.
Aklın sınırını gönül belirlemediğinde insan kendine yabancılaşır; anlam yerini menfaate, derinlik yerini yüzeyselliğe, tevazu yerini hırsa bırakır. Bu çağın en büyük krizi, bilgi kıtlığı değil, gönül terbiyesi eksikliğidir.
AKLIN YAPAMADIĞINI GÖNÜL YAPAR
Muhabbet besleyen, merhamet eden, hisseden, isteyen, gülen, ağlayan, teslim olan, heyecan duyan ve daha nicesini yapan akıl değil gönüldür. Gönül, insanın iç âleminde Rabbine açılan kapıdır; orası aklın çözemediği sırların, kelimelere sığmayan duyguların mekânıdır. Aklın terazisiyle tartılamayan nice hakikat, gönül aynasında berraklaşır.
Akıl hesap yapar, gönül teslim olur; akıl ölçer, gönül sever; akıl bilir, gönül inanır. Akıl yol gösterir ama gönül yürütür; çünkü yönü bulan pusula akıldır, fakat o yola düşüren kuvvet gönüldür. Gönül, insanın içinde atan bir hakikat nabzıdır; muhabbetin, imanın ve ihsanın merkezidir.
Aklın yolları bazen karmaşık ve dolambaçlıdır; gönül ise doğrudan hakikate varan en kısa yoldur. Gönül olmazsa bilgi donar, fikir soğur, eylem mekanikleşir. Gönül, aklın ürettiği düşünceye insanî sıcaklık, ilahî yöneliş ve ahlâkî derinlik kazandırır.
BÜTÜNLÜK KAYBOLURSA HAKİKAT DE KAYBOLUR
İslam’ı ne sadece akıl ölçülerine indirgemek ne sadece ruh güzelliğine inhisar etmek, ne de yalnızca aksiyon odaklı bir hareket olarak algılamak…
Her birinde var olan güzellikleri bütünün bir parçası olarak değerlendirmek gerekir; ancak bu şekilde Kur’an ve Sünnet’in rehberliğinde aşırılıktan uzak, dengeli, vasat ve sahih bir anlayış mümkün olur.
Üstad Sezai Karakoç’un ifadesiyle, İslam bütünden bir parçayı koparıp onu bayraklaştırmadan; her birini ahenk içinde ve altın oranda yaşatılması gereken ilahî bir nizamdır. İslam hem inanç hem ahlâk, hem ilim hem irfan, hem zikir hem cihad, hem kültür hem sanat, hem ekonomi hem siyasettir.
Bu bütüncül bakış, insanı itikadî körlüğün katılığından, felsefî sapmanın buhranından, amelî şekilciliğin sığlığından ve ruhanî idrak tutulmasının karanlığından koruyacak bir yaklaşımdır.
Gerçek hikmet; gönlün rikkatini aklın rehberliğiyle, ilmin disiplinini irfanın derinliğiyle, fikrin berraklığını ihsanın zarafetiyle birleştirebilmektir.
GÖNÜLLERİ TERBİYE ETMENİN........© Haber7