menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Değişim içeriden başlar: Hoşça bak zâtına…

9 0
01.12.2025

“Hayat

dört şeyle kaimdir, derdi babam

su ve ateş ve toprak.

Ve rüzgâr.

Ona kendimi sonradan ben ekledim

pişirilmiş çamurun zifiri korkusunu

ham yüreğin pütürlerini geçtim

gövdemi alemlere zerk ederek

var oldum kayrasıyla Var edenin

eşref-i mahlûkat

nedir bildim.”

Şair İsmet Özel, kendi ihtida öyküsünün ipuçlarına işaret ettiği otobiyografik şiiri Amentü’de hayatın kaim olduğu o dört unsurun içine bir cevher gibi, "insan"ı da yerleştirmiş; pişirilmiş çamurun karanlık korkusundan, ham yüreğin pütürlü yollarından geçerek kendini "aleme zerk edişini" anlatmıştı. Bu, sadece kişisel bir hikâye değildi elbette, hepimizin ortak yolculuğunun şiirle damıtılmış haliydi. Nihayetinde, "Var edenin kayrasıyla" var olup eşref-i mahlûkat olduğumuz, yani yaratılmışların en şereflisi payesini taşıdığımız idrak edilmeden hayatın hiçbir anlamı olmayacağını şairane bir hikmetle beyan etmişti.

Amentü’ye inananların itikadında kâinatta var olan her şey insan için, insan da sadece âlemlerin rabbine kul olmak amacıyla imtihan için yaratılmıştır. Bu, kâinat çapında bir gayelilik ve bizim için çizilmiş muazzam bir istikamettir.

Eşref-i mahlûkat olma unvanı, insana basit bir iltifat değil, kâinatın en büyük emanetinin yüklenişidir. Kur’an-ı Kerim, bu emaneti yüklenişimizi şöyle tasvir eder: “Biz emaneti, göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar bunu yüklenmekten çekindiler, (sorumluluğundan) korktular. Onu insan yüklendi. Doğrusu o çok zalim, çok cahildir.” (Ahzâb, 72). İnsan bu kulluk emanetini yani akıl, irade, hürriyet ve vicdan nimetleriyle hakikati bulma ve yaşama sorumluluğunu üzerine almıştır. Bu emaneti taşıyanın ya eşref-i mahlûkat mertebesine yükselmesi ya da nefsinin karanlığıyla zalim ve cahil bir hale düşmesi, işte bu kutlu yükü taşıyamamanın tabii sonucudur. Emanete sahip çıkmak; topraktan gelen beşeriyetimizi ruhun nuruyla terbiye edip yeryüzünde adaletin şahidi olmaktır.

TOPRAK VE RUH ARASINDA: İNSANIN ÇİFTE KANADI

İnsan, adeta iki ayrı iklimden mürekkep bir âlem gibidir: Maddi/fizikî ve manevî/ruhî. Beşer ve Âdem kavramları, işte bu iki yönümüzün sembolüdür. Beşer; “deri, derinin görünen kısmı, bir şeyin güzelliğiyle ortaya çıkması” anlamlarından hareketle topraktan gelen, acıkan, susayan, yorulan, yani bedenimizin ve dünyevi tabiatımızın remzidir. Âdem ise insana üflenen o ilahî nefhadan süzülen; düşünen ve konuşan bir varlık olmamızın yanı sıra edep, şefkat, merhamet, cömertlik, iyilik, adalet ve güzel ahlak gibi yüce vasıflarla bizi diğer tüm varlıklardan farklı ve üstün kılan özelliklerimizdir. Bu vasıflar, emaneti taşıyabilmemiz için gerekli olan manevî kapasitemizin işaretleridir.

Kur’ân-ı Kerim’de Hazreti Âdem’in yaratılışı anlatılırken topraktan yaratılma aşamasında “beşer” kelimesinin kullanılması; insandaki fizikî yönün, bedensel kalıbın ve maddî tarafın vurgulanmasına işaret eder. “Bir gün Rabbin meleklere şöyle dedi: “Balçıktan bir beşer yaratıyorum, Organlarını tamamlayıp içine ruhumdan üfleyince ona secdeye kapanın.” (Sâd, 71-72) İlâhî ruh üflendiğinde ise insan akıl, idrak ve iradeyle güzelleştiği için “Âdem” adıyla anılır. Böylece insanın, ruhla buluştuğu anda meleklerin secde ettiği bir üstünlük makamına yükseldiği anlaşılır: “Andolsun, biz sizi yarattık; sonra size suret (biçim) verdik; sonra meleklere: ‘Âdem’e secde edin’ dedik. Onlar da İblis dışında secde ettiler; o ise secde edenlerden olmadı.” (A’râf, 11)

Eşref-i mahlûkat olan ve Rabbimizin bu derece kıymetlendirdiği insan, fıtratına yüklenen manevî donanıma uygun biçimde; vahyin aydınlattığı bir akıl ve ruhla hareket ettiğinde “Kendini bilen Rabbini bilir.” sırrınca var oluşunun anlamını kavrar. İlahi sınırlara riayet ederek hayatı hem iyi bir insan hem de iyi bir kul olarak yaşamaya gayret ettiği ölçüde, meleklerin Hazreti Âdem’e gösterdiği saygıyı hak eden bir kıvama yükselir; fakat bu hayat kaynağından uzaklaşıp ruhunun sesini bastırdığında sadece beşerî yönüyle kalır; hatta Allah korusun, “hayvanlardan da aşağı” (belhüm edall) bir derekeye sürüklenebilir.

İnsanın bu iki yönü, beşeriyet ve âdemiyet, birbirinin zıddı değil, birbirini tamamlayan iki hakikattir. Beşer yönü insanı toprağa bağlar; aczi, muhtaçlığı, sınırlılığı ve fani oluşuyla ona nefs terbiyesini hatırlatır. Âdem yönü ise insanı göğe açar; ruhun asaleti, aklın nuru, vicdanın sesi ve fıtratın berraklığıyla onu yükseltir. İnsanın imtihanı da bu iki yön arasındaki ince dengeyi kurmakla başlar.

Beşer tarafı dizginlenmediğinde insan hırslarına, tutkularına, şehvetine ve gazabına yenilir; nefsi ilahlaştıran bir gurura savrulur. Âdem tarafı köreldiğinde ise insan, meleklerin secde ettiği o manevî kıymetten uzaklaşır; sadece bedeniyle yaşayan, ruhu kararan bir varlığa dönüşür. Kur’an’ın “belhüm edall” diye nitelediği seviye, işte bu derin kopuşun adıdır: “Onların kalpleri vardır ama onlarla kavrayamazlar; gözleri vardır ama onlarla göremezler; kulakları vardır ama onlarla işitemezler. Onlar hayvanlar gibidir, hatta daha da şaşkındırlar. İşte asıl gafiller onlardır.” (A’raf, 179) Bu durumda sadece duymak, görmek ve bilmek yetmez; bilgi eyleme dökülmediğinde yüktür. Tıpkı şu ayette bildirildiği gibi: “Kendilerine Tevrat yüklenip de sonra onu taşımayanların (onunla amel etmeyenlerin) durumu, koca koca kitaplar taşıyan eşeğin durumu gibidir.” (Cuma, 5). Beşer, bilginin hamallığını yapıp onu amel ve ahlaka dönüştürmediğinde o ilahî kıymetten uzaklaşır.

Âdemiyet ise bilgiyle dirilmeyi ve yücelmeyi gerektirir. İnsanın âdemiyet tarafı güçlendiğinde fıtratındaki ilahî nefhanın farkına varır; ilme karşı iştiyak duyar, merhameti kuşanır, adaleti gözetir ve emanete sadakat gösterir. Böyle bir insan, hem kendi iç âleminde huzuru bulur hem de varlık âleminde rahmetin temsilcisi hâline gelir.

FITRÎ KUVVETLERDEN FAZİLETE: İNSANIN İÇ İNŞASI

İslam ahlak felsefesinde İmam Gazali ve İbn Miskeveyh’in sistematize ettiği şekliyle insan, yaratılışında üç temel kuvvete sahiptir: kuvve-i akliyye, kuvve-i gadabiyye ve kuvve-i şeheviyye; yani akıl, gazap ve şehvet güçleri. (Gazâli, Mizanü’l-Amel-Miskâveyh, Tehzîbü’l-Ahlak) Bu üç kuvvet, insan için müthiş bir imkân aynı zamanda çetin de bir imtihandır.

Akıl, gazap ve şehvet potansiyelini iradesinin terbiyesi altında tutabilen; onları doğru, ölçülü ve sağlıklı bir mecrada değerlendiren insan, nihayetinde hikmet, şecaat, iffet ve adalet faziletlerini hayatında tecelli ettirebilir. Bu dört fazilet, insanı varlık hiyerarşisinde eşref-i mahlûkat olma makamına yükselten ana sütunlar hâline gelir.

AKLIN İTİDALİ: HİKMET

İnsan, akıl kuvvetiyle doğruyu yanlıştan ayırır; düşünür, kıyas eder, seçer, hüküm verir ve pek çok zihnî faaliyeti gerçekleştirir. Kurnazlık ile ahmaklık arasındaki aşırılıklardan uzak durup düşünce gücünü yerinde, ölçülü ve sahih bir zeminde kullandığında hikmet erdemine yaklaşır; zira aklın olgunluğu itidal, itidalin meyvesi ise hikmettir. Bu bağlamda akıl kuvvetinde denge son derece önemlidir: Aklı hileye alet etmek, tamamen heva ve zanla doldurmak ifrat; aklı atıl bırakmak, düşünmeyi terk etmek ise tefrittir. Hakikat ise aklın vahyin ışığında hikmete yönelmesiyle ortaya çıkar.

Akıl, tek başına bırakıldığında eksik kalır; bilgiye, rehberliğe ve hakikatin ışığına muhtaçtır. Hakikat bilgisinin kaynağı ise öncelikle vahiydir. İnsan aklı, vahyin nuruyla beslendiği ölçüde doğruyu görür, hakikate uygun düşünür, sahih bilgi üretir ve bu bilgiyi hayra dönüştüren bir çerçevede paylaşır.

Her şeyi yerli yerinde yapmak ve isabetli karar vermek anlamına gelen hikmet,
doğruyu bilmek değildir sadece; doğruyu yerinde söylemek, yerinde susmak, yerinde karar vermek, bilginin gereğini davranışa dönüştürmek gibi çok boyutlu bir olgunluk hâlidir. Hikmet; doğru bilgiyi doğru zamanda, doğru ölçüde ve doğru üslupla hayatın içine yerleştirme kabiliyetidir. Bilgi başlı başına bir birikimdir; hikmet ise o birikimin edebe, merhamete, ahlaka ve adalete dönüşmüş hâlidir.

Bizim medeniyetimizde hikmet, aklın vahiy ile buluştuğu yerde ortaya çıkar. Kur’an’da hikmet, peygamberlere verilen bir nimet, topluma yön verenlerin vazgeçilmez donanımıdır. Hazreti Lokman’ın oğluna öğütleri bunun güzel bir örneğidir: “Andolsun, Lokman’a hikmet verdik…” (Lokman, 12). İbn Miskeveyh’ten Farabi’ye, İmam Gazâlî’den Nasruddin Tûsî’ye bütün büyük alimler, hikmeti bilginin en üst mertebesi olarak görmüştür; çünkü hikmet, insanı eşref-i mahlûkat makamına taşıyan aklî ve ahlaki olgunluğun adıdır ve insanlığın ortak birikimi olan hikmet, nerede bulunursa alınır.

Peygamberimiz buyurur: “Hikmet müminin yitiğidir, bulduğu yerde alır.” (Tirmizî, İlim,19)

Hikmetin kaynağı yalnızca entelektüel bir birikim değil, aynı zamanda kalbin Allah’a yönelişi ve sorumluluk bilincidir. Bu sebeple Peygamberimizin şu hadisindeki hikmete dair açıklama son derece anlamlıdır: “Hikmetin başı, Allah korkusudur.” (Feyzu’l-Kadîr, III/574, no: 4361) Buradaki Allah korkusu, insanın Rabbine karşı içten bir saygı, sorumluluk ve bilinç hâlidir. Haşyet; ilimle, tefekkürle ve kalbî duyarlılıkla oluşan bir iç titremedir yani hakikî hikmet, ancak Allah’ın huzurunda durduğunu bilen, yaptığının hesabını vereceğini unutmayan bir kalpte boy verir. Bu sebeple hikmet, hakikate gönülden inanmak ve inandığını Allah’ın rızasına uygun biçimde yaşamak demektir.
Hikmet, insana yön, ölçü ve istikamet kazandırır. Günümüzün bilgi kalabalığında, ekranların kuşatmasında, tüketimin hızında kaybolmamak için hikmete her zamankinden daha fazla muhtacız; zira hikmet, bilgiyi ıslah eden, aklı terbiye eden, gönlü olgunlaştıran ilahî bir terazidir. (Daha detaylı bilgi için Tüm Yazılar bölümünde“Yitik hazinenin izinde: Hikmeti bulmak ve üretmek” başlıklı yazıma bakılabilir.)

GAZABIN DENGE HALİ: ŞECAAT

Gazap kuvveti; öfke, cesaret, özgüven, hamiyet, sabır, kararlılık ve kendini savunma gibi duygusal ve iradî alanları kapsar. Bu kuvvet insanın hem koruyucu kalkanı hem de mücadele gücüdür. Gazabın ölçüsüzlüğü saldırganlık, taşkınlık ve zulüm doğurur; zayıflığı ise yılgınlık, korkaklık ve teslimiyet üretir. Bu bağlamda gazap kuvvetinde denge son derece önemlidir: Öfkenin taşkınlığı ve deli cesaretine dönüşmesi ifrat; korkaklık ve yılgınlığa sürükleyen zafiyet ise tefrittir. Denge ise şecaattir: Zulme karşı dimdik durmak, mazluma arka çıkmak ve haksızlık karşısında susmamaktır. Bu yüzden gazap kuvvetinin adaletle dengelenmesi, insanın iç dünyasında sağlam bir merkez oluşturur.

Bu kuvvet dengelendiğinde cesaret ve şecaat ortaya çıkar. Yiğitlik, kahramanlık, liderlik, girişimcilik, hak karşısında dik durmak, mazlumu korumak ve zulme engel olmak gibi yüksek karakter özellikleri hep bu kuvvetin terbiye edilmiş hâlinden doğar; çünkü gazap kuvveti, insanın “harekete geçme” ve “engel aşma” kabiliyetinin ham enerjisidir.
Duygularını rahmanî olana yönelten, gazabını heva ve hevesine değil hakka, adalete ve iyiliğe hizmet edecek şekilde terbiye eden kişi; hayırlı işlerin öncüsü olur. İyi olanı yaşamada, kötülüğü engellemede, haksızlık karşısında susmamakta ve emaneti korumakta güçlü bir iradeyle hareket eder.

Gazap kuvveti böylece insana zarar veren bir ateş olmaktan çıkar; iyiliği koruyan bir dirayet, adaleti savunan bir kudret ve insanı eşref-i mahlûkat mertebesine taşıyan ahlaki bir enerji hâline gelir.

ŞEHVETİN İTİDALİ: İFFET

Şehvet kuvveti, hayatın devamı için fıtrata yerleştirilmiş güçlü bir potansiyeldir. Arzu, istek, iştah, yakınlık arayışı ve insan neslinin devamını sağlayan bütün istidatlar, kuvve-i şeheviyye bağlamındaki ilahî nimetlerdendir. Bu yön, insanın hem canlılığını hem de soyunun sürekliliğini temin eden temel bir kuvvettir. Bu bağlamda şehvet kuvvetinde denge büyük bir önem taşır: Azgınlık, hayâsızlık ve ihtirasa savrulan taşkınlık ifrat; donukluk, isteksizlik ve meşru arzuları yok sayan katılık ise tefrittir. Denge ise iffettir. Helal ve meşru sınırlar içinde yaşamak, nefsin hakkını verip onun esiri olmamaktır.

Bu kuvvetin sınırları aşması, insanı fücur, azgınlık, hayâsızlık, oburluk, şehvet düşkünlüğü ve nefsanî bağımlılıklara sürükler; zayıflaması ise humûd, donukluk, hayata karşı isteksizlik ve iradenin körelmesi gibi fıtrat zafiyetlerine yol açar. Bu sebeple şehvet kuvvetinin ölçü ve edep ile terbiye edilmesi, insanın iç dengesinin vazgeçilmez unsurudur.

Şehvet ve arzularını edep dairesinde tutabilen, fıtrî isteklerini helal ve meşru sınırlar içinde değerlendiren insan, iffet faziletine ulaşır. İffet; nefsin taşkınlıklarından uzak durmak, helalin huzurunu gözetmek, haramın azabını ve helalin hesabını bilerek ölçülü bir hayat sürmek demektir. Böyle biri, çirkin olan her şeyden uzak durur hem kendini hem ailesini hem de toplumun ahlak dokusunu koruma yönünde güçlü bir irade sergiler.
Şehvet kuvveti böylece insanı esir alan bir dürtüler yığını olmaktan çıkar; iç disipline, ölçülülüğe ve fıtratı koruyan bir nezakete dönüşür. Bu dönüşüm, insanın hem nefsini hem de neslini korumasını sağlayan muhafaza edici bir rahmet halkası hâline gelir.

ADALET: ÜÇ KUVVETİN DENGESİ, İNSANIN........

© Haber7