Aşkın bir adı da ADANMAK: İyilik idealimiz için bir şeyler yapmak
Medeniyet tasavvurumuzun ana gayesi, kötülüğün karanlığı yok olana dek mücadele etmek ve yeryüzüne iyiliği, adaleti ve merhameti bir nizam olarak yerleştirmek için gayret göstermektir.
Kötülüklerin ortadan kalkması ve iyiliklerin hâkim olmasını talep eden müminler, aynaya bakıp söz ile talep ettikleri duaların kabul şartı olan amelleri işleyip işlemediklerine odaklanmalılar; zira duaların kabulü ve Allah’ın yardımı, çoğu zaman bizim yapıp ettiklerimize bağlıdır.
Kur’an-ı Kerim’de duaların kabul şartlarından biri olan ilkeye işaret edilir. Hazreti Musa, susuzluk ve kuraklık sebebiyle yanıp kavrulan halkı için Cenab-ı Hakk’tan su talep ettiğinde “Asanı taşa vur!” (Bakara, 60) diye emredilmiş; Firavun’un zulmünden kurtulmak için çıktıkları yolculukta karşılarına çıkan denizi aşmak için dua ettiğinde de yine aynı şekilde asayı denize vurması söylenmiş ve bir harekette bulunması, amelî dua olabilecek bir çaba içerisinde olması istenmiştir.
Bu ilahî düstur, peygamber kıssalarında sık sık karşımıza çıkar:
Hazreti Eyyûb, ağır bir hastalıkla imtihan edildiğinde duasının kabulü için kendisine "Ayağını yere vur!" (Sâd, 42) emredilmiş ve bu fiilî hareketin ardından çıkan suyla şifa bulmuştur.
Hazreti Meryem, Hz. İsa'ya yüklü olarak yalnız başına bir köşeye çekilip doğum sancılarıyla perişan olduğunda yanı başında bir ses ona "Haydi, şu hurma ağacını kendine doğru silkele!" (Meryem, 25) diye seslenmiş; o bu küçük ama anlamlı fiilî çabayı gösterdikten sonra Allah onu taze hurmalarla rızıklandırmıştır.
Peygamberimiz ve sahabeleri, Medine'yi kuşatan müşrik ordulara karşı sadece kavlî dua etmekle kalmamış, hendek kazarak fizikî bir savunma tedbiri almışlardır. Onların bu amelî duası, Allah'ın yardımı ve zaferi için bir ön şart olmuştur.
Kul, “Ver ya Rabbi!” diye dua ettiğinde Allah Teâlâ, vermeden önce “Yap!” demiştir. Asa vurulmadan da pınarlar fışkırtmaya, ayak vurulmadan da su çıkarmaya, hurma dalı sallanmadan da meyve vermeye, hendek kazılmadan da düşmanı hezimete uğratmaya muktedir olan Rabbimiz, manevi sebepleri maddi sebeplere bağlayarak hedeflere ulaşılabileceği ve dil ile yapılan duaların ancak fiil, hareket ve icraat ile yapılacak amelî dualarla birlikte olduğunda kabul edilebileceği hikmetini öğretmiştir.
İYİLİK İDEALİMİZ İÇİN BİR ŞEYLER YAPMAK
Yeryüzünde münkerden eser kalmayıp marufun hâkim olması için yapılması gereken en öncelikli ve en önemli amelî dua iyi insanlar yetiştirmektir. Dünyanın iyiliği için en çok ihtiyaç duyulan iyi insanlar da ancak iyi insanların sayesinde yani gölgesinde yetişir. Diğer taraftan iyiliğin hâkimiyeti kötülüğün izale olması şartına bağlıdır. Bu bağlamda iyi, güzel, doğrunun bilinmesi ve yaygınlaşması için çalışmak kadar kötü, çirkin ve yanlışın da bilinmesi ve etkisiz kılınması için çaba göstermek gerekir, hatta kimi zaman kötülüğün izalesi daha öncelikli bir gaye haline de gelebilir.
Gerçek iyiliğe ancak infak ve paylaşma erdemiyle ulaşabiliriz: malımızdan, vaktimizden, bilgimizden ve tecrübemizden infak etme borcundayız: “Sevdiğiniz şeylerden Allah yolunda harcamadıkça iyiliğe erişemezsiniz. Her ne harcarsanız Allah onu bilir.” (Âl-i İmran, 92)
Peygamber Efendimiz, "Veren el, alan elden hayırlıdır." (Buhârî, Zekât, 18) buyurarak infak ve yardım etme faziletini övmüş ve Müslüman şuurunu aktif bir iyilik anlayışına yönlendirmiştir; ancak bu hadis-i şerif, derin bir manevi ölçüyü de beraberinde getirir: Bu kıymet hükmü, asla veren eli bir üstünlük duygusuna, alan eli ise bir mahcubiyet hissine sevk etmemelidir; zira gerçek hayrın değeri, yalnızca verilen maddi değerde değil, o iyiliğin "ihsan" yani en güzel şekilde ve "hasbîlik" yani Allah rızasından başka hiçbir karşılık beklemeksizin yapılmasındadır. Bu inceliği kavrayan bir gönül için, kimi zaman o zor durumdaki insanın el uzatması, verenin yaptığı iyilikten daha değerli hale gelebilir; çünkü o, kendi acziyetini ve ihtiyacını gizlemeden, veren kişiye Allah katında sevap kazanma, cömertlik sıfatıyla tezyin olunma ve gönlünü arındırma fırsatı vermektedir. Bu yönüyle, alan el, veren el için bir rahmet vesilesidir. Bu sebeple aslolan, hayır yarışında önde olma çabasını, nefsi yüceltmenin değil, acziyeti tazelemenin bir aracı bilmektir. İyilikte bulunmanın verdiği meyveyi, ancak tevazu toprağına ektiğimizde hakiki berekete ulaşabiliriz. İnfak, bir lütuf değil, bir şükür borcudur; veren el, minnet makamında, alan el ise bir imtihan vesilesidir. Bu dengeyi kuramadığımızda sadaka kabul görmeyebilir, yaptığımız iyilik ise bizi sahibinden uzaklaştırabilir.
Nihai ölçü, Allah Teâlâ’nın "Onlar, kendi canları çekmesine rağmen yemeği yoksula, yetime ve esire yedirirler. 'Biz sizi sırf Allah rızası için doyuruyoruz; sizden bir karşılık ve teşekkür beklemiyoruz.' (İnsan, 8-9) ayetiyle tarif ettiği şuur, samimiyet ve beklentisizliktir.
En önemlisi de dayanışma ve birbirimize destek olmaktır. “İyilik ve takva hususunda yardımlaşın.” (Maide, 2) buyuran Rabbimiz, müminleri bir binayı meydana getiren birbirine kenetlenmiş tuğlalar olarak tarif eder. İşte Allah’ın rızasına ulaştıracak, iki cihanda izzet ve şeref kazandıracak, düşmanlardan gelecek belalara karşı siper olacak olan da bu şuurlu dayanışma ve birlik ruhudur. Zira saldırının toplu olduğu yerde, savunma da karşı hamle de ancak toplu olursa anlam ifade eder. Ferdî kahramanlıklarla, örgütlü kötülüklere karşı zafer kazanılamaz.
Peki, bu küllî dayanışma nasıl filizlenecek? Cevap; her bir ferdin kendi dünyasında atacağı samimi ve bilinçli adımlarda gizlidir; zira büyük dalgaları yürüten, her bir damlanın aynı istikametteki sessiz hareketidir. Bu yüzden, iyilik idealimiz için hepimiz "bir şeyler" yapmalı, bu kutlu dayanışmanın bir halkası olmayı gaye edinmeliyiz. Tam da bu noktada, Üstat Mustafa Kutlu'nun, yapacağımız o "bir şey"in nasıl bir ruh taşıması gerektiğine dair eşsiz nasihatine kulak verelim:
"Bir şey yap güzel olsun... Huzura vesile olsun, rikkate yol açsın, şevk versin, hakikate işaret etsin.
Bir şey yap doğru olsun. İnsanları yalanın ve yanlışın bataklığına düşmekten korusun. Rüzgâra ve akıntıya kapılmasın; kırılsın lakin eğilip bükülmesin.
Bir şey yap iyi olsun. Hizmetten, hürmetten, merhametten müteşekkil olsun. Kalpleri yumuşatsın; garibin, yolcunun, zayıfın derdine derman olsun.
Bir şey yap âdil olsun, haktan hukuktan ayrılmasın. Zalime haddini bildirsin, mazlumun payını versin.
Bir şey yap barış olsun. İnsanlar kin ve nefretten uzaklaşsın. Bombalar patlamasın, çocuklar ölmesin." (Hüzün ve Tesadüf, M. Kutlu, Sh. 15)
İŞİNİ İHSAN KIVAMINDA YAPMAK
Her birimiz kendi yetki ve etki alanlarımızda bir şey yapmalıyız. İyilik, güzellik, doğruluk, adalet ve huzura hizmet edecek bir şey. Külli iyiliğe katkıda bulunacak ve kötülüğü yok edecek o bir şey’i her birimiz en güzel şekilde ihsan kıvamında yapmaya gayret ettiğimizde işte o zaman kara bulutlar dağılacak, rahmet yağmurları yağacak, bombalar patlamayacak, çocuklar ölmeyecek.
İslam, hangi iş olursa olsun o işi en güzel ve en sağlam şekilde yapmayı emreder; iyilikler için de bu böyledir. Allah Teâlâ, kerim kitabında buyurur: “Bir de iyilik yapın ve yaptığınızı en güzel yapın. Doğrusu Allah iyilik yapan ve işini güzel yapanları sever.” (Bakara, 195). Peygamber Efendimiz de bu erdemin iş hayatına ve tüm amellere yansıması gerektiğini şöyle buyurmuştur: "Allah sizden biriniz bir iş yaptığında itkân ile (sağlam ve kaliteli) yapmanızı sever." (Beyhakî, Şuabu’l-İmân)
Biz iyi işler yaptığımızda ve daha da önemlisi başkalarıyla iş yapabilme kabiliyetimizi geliştirip şuurlu birlikteliklere katkı sağladığımızda aynı zamanda kendi inanç, kültür ve medeniyet değerlerimize sıkıca sarılıp onları yaşatmak için cehd-ü gayret gösterdiğimizde yeryüzünde fitne ortadan kalkacak ve yaşanan acılar son bulacaktır. Herkes bulunduğu konumda yaptığı işin hakkını vermeye çalışırsa işini ihsan kıvamında en güzel şekilde ve birlikte yapmaya gayret ederse işte o zaman adalet, merhamet ve paylaşım toplumsal bir bilinç haline gelir ve iyilik idealinin gerçekleşmesi mümkün olur. İçimizden, gönüller kazanmaya talip olan gönül erleri ve gül yetiştirmeye adanan güzel insanlar, bir şeyler yapmak için harekete geçtiğinde işte o zaman dünyamız adalet ve huzur yurdu haline gelecektir.
Bu kutlu yolculukta mücadeleden kaçınmamak, bahaneler üretmemek bilakis sorumluluk almak esastır. Emeğin, alın terinin ve azmin değeri büyüktür. Pasiflikten ve tembellikten uzak durarak çalışkanlık ve kararlılıkla yürümek hem ferdin hem de toplumun geleceğini inşa edecektir.
Biz biliriz ki ameller, niyetlerimize göre değer kazanır ve yine biliriz ki niyet hayır olunca, akıbet de hayır olur. Biz zafere değil, sefere odaklanırız. Başarıya ulaşmak ya da zafer elde etmek her zaman bizim elimizde olmayabilir; fakat gayret göstermek, emek vermek, iyilik idealimiz uğruna adım atmak ve bir şeyler yapmak bizim elimizdedir. Ne de güzel ifade etmişti Üstat Necip Fazıl:
“Tohum saç, bitmezse toprak utansın!
Hedefe varmayan mızrak utansın!
Hey gidi Küheylan, koşmana bak sen!
Çatlarsan, doğuran kısrak utansın!”
Bize yakışan; Kudüs seferine çıkarken “Atının alnında zafer görüyorum.” diyen hocasına “Biz seferden sorumluyuz, zaferden değil.” diyerek mukabele eden Selahaddin Eyyubî’nin sevdasını, umudunu, azmini ve gayretini kuşanmak; tevfikin, inayetin ve muvaffakiyetin yalnızca Allah’tan geldiğine iman etmektir.
Bize düşen; yeryüzüne iyilik hâkim oluncaya kadar, kötülükle mücadele etmek ve iyilikte sebat etmektir. Hazreti İbrahim için yakılan ateşe su taşıyan karıncanın, Kâbe’ye ulaşmak için çöl kumlarında yollara düşenin ve bir çiçeğe hayat vermek için toprağın altını üstüne getiren yağmur damlasının kararlılığıyla yol almalıyız. Bir meyve vermek için köklerini görünmez bir azimle kayaların içine salan ağaç gibi vazifemizin büyüklüğüne değil, yapabileceklerimizin hakikatine odaklanmalıyız.
Bu kutlu yolda niyetimizi........





















Toi Staff
Sabine Sterk
Penny S. Tee
Gideon Levy
Waka Ikeda
Grant Arthur Gochin
Daniel Orenstein