Herkes öldürür sevdiğini! İmam Hüseyin'i bile...

Muharrem ayı geldiğinde zihnime ağıtlar, mersiyeler ve şiirler hücum ediyor.
Ne gariptir ki bir çok dize arasında ruhuma ızdırap veren şiirlerden birisi, (İrlandalı oyun yazarı ve şair Oscar Wilde'a ait olan şiiri) Ezel dizisinde okuyan Ramiz Dayı'nın sesiyle yankılanıyor kulaklarımda...
''Oysa herkes öldürür sevdiğini'' -yeğen diyor...
Etkili ve etkisi hikayesinde gizli olan ''Herkes öldürür sevdiğini'' şiiri aklıma nedendir imam Hüseyn'i, Seyyide Zeyneb'i, Rukayye'yi, 72 mazlumu ve Ehl-i Beyt'i getiriyor!
Hani o çok sevdiğimiz Muhammed Mustafa'nın evlatlarını!
Çok sevdiğimiz Âli Muhammed'i!
-sallallahualeyhivesellem...
...
Necip Fazıl'ın, ZİNDAN'dan Mehmed'e Mektup şiirinde;
''Bir idamlık Ali vardı, asıldı;
Kaydını düştüler, mühür basıldı.
Geçti gitti, birkaç günlük fasıldı.
Ondan kalan, boynu bükük ve sefil;
Bahçeye diktiği üç beş karanfil...''
dediği gibi, Oscar Wilde'da bu şiir de, idamlık bir genç olan Charles Thomas Wooldridge'ın hikayesini anlatıyordu. Charles, 1886'da Kraliyet Muhafızları'nda süvari olarak görev yapmaya başlamış, 1894'te Laura Ellen Glendell ile evlenmiş, çift başlarda mutlu olmuşsa da iki yıl sonra araları bozulmuş, barışma girişimlerinden sonuç alamayan Charles, 29 Mart 1896 günü, yaşadığı cinnet haliyle çok sevdiği karısı Ellen'ın boğazını kesmiş. Charles, çıkarıldığı mahkemede idam cezasına çarptırılmış, cezanın infazına kadar olan üç haftalık süreyi geçirmek üzere Oscar Wilde'ında tutuklu bulunduğu Reading Devlet Hapishanesi'ne gönderilmiş ve 7 Temmuz 1896 sabahı asılarak idam edilmiş.
İşte Oscar Wilde, meşhur şiirini o hapishanede bu hikaye üzerinden yazmış ve bir idam mahkumunun acı hikayesinden yola çıkarak aşk, tutku, cinnet, ihanet, cinayet, sadakat ve bunlar arasındaki bağlantıyı;
''Oysa herkes öldürür sevdiğini
Kulak verin bu dediklerime
Kimi bir bakışıyla yapar bunu
Kimi dalkavukça sözlerle
Korkaklar öpücük ile öldürür
Yürekliler kılıç darbeleriyle...''
dizelerindeki güçlü ifadeler ve göndermelerle sorgulamıştır.
Ben de sorguluyorum şimdi!
Kerbela'dan 1345 yıl sonra bir kez daha!
İmam Hüseyn'i (gerçekten) Yezid'mi öldürdü? Yoksa Hüseyn'i sevenler mi? diye!
Alem-i İslam'da fikren, fıkhen ve fiilen tüm davranış modelleriyle yaşatılan ve izinden gidilen kim? diye soruyorum!
Hz Hüseyn'mi, Yezid'mi?
Alem-i İslam'a ve yönetim kadrolarına Gazze merceğinden bakın!
Hüseyni ekol mü diri?
Yoksa Yezidi ekol mü?
(...)
O Yezid ki; babasının himayesi altında güçlendikçe güçlenmiş ve ölümünden sonra geldiği halifelik makamı (babadan oğula geçiş sultasıyla) sultanlığa evrilmişti! Yaklaşık üç yıl sekiz ay halifelik yaptı! İlk yılında Kerbela, ikinci senesinde Harre Vak'ası, üçüncü yılında Mekke'nin kuşatılması ve Kabe'nin mancınıklarla yıkılması gibi utanç verici, ibretlik, dehşetli, acı olaylar hep onun döneminde yaşandı.
Ölüm şekli hakkında bir çok farklı rivayet olsa da, Şam ile Humus arasında bulunan "Huvvarin" adlı bölgede bir av sırasında terk-i dünya edip bu fani dünyadan göçtü gitti!
Hiç kuşkusuz O'nu tarihe geçiren olayların en önemlisi Kerbela'ydı!
Ve Kerbela'da iki namaz vakti arasında Efendimiz aleyhisselatu vesselamın kanından, canından, soyundan ve yolundan gelen tam 26 Ehl-i Beyt Mensubu-Evlad-ı Resul kundaktaki bebeğe kadar toplam 72 kişi katledilmişti.
Dünya, Hz. Hüseyin'e kalmadığı gibi O'na da kalmadı.
Ölümünden sonra lanetlendi, kınandı ve kendisinden utanıldı.
Herhangi bir kitapta zat-ı ''şahanelerini'' ne övenini okudum, ne işittim ve ne de gördüm!
Daima bir kara leke, güzel bir bostanda mevcudiyetine tahammül edilemez ayrık otu muamelesine maruz kaldı hep.
Hiç sevmediler onu, sevilmedi!
Adı anılmak bile istenmedi.
O ki;
Bu ümmete Hac emirliği yapmamış mıydı? Konstantinoplos kuşatmasında kurmay kadroda değil miydi?
Yaptığı imar ve kanal faaliyetleriyle kendisine boşuna mı ''mühendis'' denilmişti? Şam'ın veliahtı, şehzadesi değil miydi?
Söz konusu taht ve iktidar olduğunda bir yanda Roma'nın gel gel yapan cazibesinden, diğer yanda Persi Acem'in gözleri sürmeli ayartıcılığından, Arabın asabiyesi ve kavmiyetçiliğinin pençelerinden kurtulmak kolay mıydı?
Dedesi bir zamanlar Mekke'nin kralı idi, baba ise Alemi İslam'ın Halifesi!
Saraydan def sesleri yükseliyor, aşuftelerin parmaklarına takılı zillerin şakırdıları duyuluyor, coşku sokaklara taşıyormuş! Bundan kime neydi? Rahman'ın varlığının delillerinden olan tavuskuşları, güvercinler ve papağanlarla dolu sarayında, cennet nimetlerine gark olunmuş sofralarda, şırıl şırıl akan havuzun çevresinde pul pul altınla kuşatılmış şiltesinde oturan Melik Yezid, Allah'ın kendisine verdiği nimet ve iktidar gücünü elinin tersiyle itsemiydi?
Ebu Kays (*) adını verdiği sevgili maymununun başına kavuk, sırtına cübbe geçiriveriyormuşta ne oluyormuş sanki?
Kendi ipek elbiselerinden giydirip, tahtına oturtmuşsa kime neydi? Taht onun değil miydi? İstediğini oturtur, tahtı için istediğinin kellesini alırdı, kim ona hesap sorabilirdi ki? Yakın çevresi, üstünde elbise olan insan suretli nice maymunla dolu değil miydi zaten?
Sahte yüzler ve sahte gülüşler içerisinde kolay mıydı var olmak!
Yanında kadeh arkadaşı, işret ortamlarının ekürisi, güçlü şair, şiirlerinde Ensarı yerden yere vuran, Hıristiyan Arap kabilelerinin Ya‘kûbîyye mezhebine mensup olan yakın dostu El Ahtal ve can alıcı cümleleriyle:
“Ramazan’da boyun eğerek oruç tutmam; kurban etlerinden de yemem.
Başarı için, semeri ile kuvvetli dişi devemi Mekke vadisine sürmem.
Ancak ben soğuk şarap içer, sabah sökerken de secde ederim.”
dediği şiirleri de olmasaydı da can sıkıntısından ölse miydi?
Hem tam bir trol vazifesi........

© Haber Vakti