Önce sırtının ağrıyabileceğini düşündü. Belki yanları ağrıyordu. Belki de tanımsız bir göğüs ağrısıydı.
Genç, mecburi hizmetini yapan idealist bir hekimdi. Mesleğini en iyi şekilde yapmalıydı. Karşısında çaresiz, dilsiz, desenli uzun entarisiyle yardıma muhtaç bir kadın vardı.
Elbette muayene etmeliydi. Ama sorması gerekiyordu. Tıp fakültesinde öyle okumuş ve öyle öğrenmişti.
“Ağrı ne zaman ve nereden başladı?”
Ama soramıyordu! Çünkü kadının dilini bilmiyordu. Kadın da onun dilini bilmiyordu. Yanında belki çocuğu belki torunu on bir yaşlarında mavi entarili bir kız vardı. O da kadının derdini anlatamıyordu.
Tıp eğitiminden öğrendiği diğer bir şey de ağrının nedeni bilinmiyorsa ağrı kesici kullanamayacağıydı. Bu yüzden hiçbir şey yapamıyordu. Böyle onlarca hastayı ağrılarıyla baş başa eve göndermiş ve bu çaresizliğin altında kalmıştı.
Elbette bir hekim olarak tıp fakültesinden ‘primum non vecere - önce zarar verme’ ilkesiyle davranıyordu. Yanlış bir şey yapmaktansa hiçbir şey yapamamak daha önemliydi. Çünkü derdini anlamadığı kadına yanlış bir tedavi yapabilirdi. Çocuğa bakıp “üzgünüm bir şey yapamam!” dedi.
Kadın hala acı çekiyordu. O ise sadece seyrediyordu.
Çünkü tıp fakültesinden ‘hastalığın tanısı anamnezle başlar’ ilkesiyle diploma almıştı. Anamnezi yani hastalığın öyküsünü öğrenmesi için ikisinin de aynı dili konuşuyor olması gerekiyordu.
İçeride odun sobası şiddetini kaybedip hızla sönerken, poliklinikte reçete yazamayacak kadar ellerinin........