menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Kaybolan Zamanı Arayış

17 11
21.12.2025

İnsanlar ölür. Hayat böyle bir şey, insan doğar, büyür ve ölür. Ama insan süreli zamanına anlam katmaya çalışan tek canlı olduğundan ne yaşamı ne ölümü olduğu gibi kabullenemez, çoğunlukla. Hayatı hakkını vererek yaşıyor muyuz başka bir konu ama ölümle ilişkimiz de zorludur. Mesele, gidenin bıraktığı boşluğu doğru kavrayıp kavrayamadığımız esasen. Kimi insanların ölümü ise, kendi ölümünden fazlasıdır. Öyleleri sayıca azdır ama ölümleri de bir o kadar çok insana dokunur. Çünkü yaşamları kendinden başkalarının yaşamına sayısız katkı sağlamıştır. O katkıları ölçebilme yeteneği bizim toplumda yazık ki sınırlı. Yaşarken bilmediğimiz değeri ölümden sonra (kimi zaman abartarak) vermeyi seçiyoruz. Doğu toplumlarının duygu temelli yaşayışı mıdır bunun nedeni henüz emin olamadımsa da, yaşarken kıymet bilmediğimizi sayısız yaşam öyküsünde okumuş biri olarak, ölüme yüklediğimiz anlamın hayatın kendisinden fazla olduğunu iddia edebilirim, naçizane. Oysa hayat, başlı başına bir hazine. En yalın gerçeklikle, evrimin işleyişine göre, biz bugün hayatta olanlar olarak şanslıyız, hepsi bu işte. Yarın? Onu kim bilebilir ki, ben bilmiyorum en azından. Ve insanların hayatına kendi hayatından çalarak değer katmaya çalışanların ölümüyle her seferinde sarsılıyorum, her seferinde. Peş peşe gelen iki ölüm de bu nedenle çok sarstı beni. Biri Nermin Abadan Unat, biri Gülşah Durbay. Biri 104 yıllık bir abide, biri 37 yaşında gencecik bir filiz. Ama ikisinin de ortak yanı; bu Cumhuriyet’e bağlı ve bu memlekete sevdalı oluşları. Hiç tanımadığım iki kadının ölümü ile hayatı sorguluyorum günlerdir; toplumsal çürümeyi, değer bilmeyişimizi, iyi insanların hep erken gittiğini, kötülüğün daha ne kadar hüküm süreceğini… Yarın benim ömrümün de bitebileceği gerçeği karşımda bana dik dik bakarken. “Eee” diyor üstelik kuşkulu, “devam mı kontrol edemeyeceğin hadiseler için kendini hırpalamaya, sağlığını riske atmaya…” Ürkek gözlerle bakıyorum gerçekliğe, oysa dimdik ayağa kalkarak “hayır, artık bitti!” diyebilmeliyim, demek istiyorum. Ama biliyorum ki, defalarca düştüm aynı dünyevi hatalara ama bitmeli bu kendime ihanet. Sadece, “bitecek artık, söz” diyorum, istediğim kadar güçlü çıkmayan sesimle. Çünkü hayat bir kere ve işte o bir kere, geçen her saniyede, benim saniyelerimde… Saniyelerini bu memlekete veren iki kadından bahsedeceğim bu yazıda, kattıkları her şey için teşekkür olsun diye…

“Yüz Yıllık Umut”[1]

Film gibi hayat denir ya, işte öyle bir hayat Nermin Abadan Unat’ınki. Viyana’da başlayıp, İstanbul, Budapeşte’den sonra yine Türkiye’ye gelene dek tek kelime Türkçe öğrenemediği halde (Almanca, Fransızca, İngilizce, Macarca biliyordu), ölünceye kadar yüreğinde Atatürk’ün kurduğu modern ülkenin aydınlığı yanan bir kadının hayatı bu. Yalnız bir çocuktu Nermin, çocukluğu otel odasında ya da okul yatakhanesinde geçti.........

© Gazete Pencere