Feminizmin çıkış noktalarından birisi, ‘kişisel ya da özel olan politiktir’ (the personal is political) sloganıdır.

Kadın hareketlerinin en önemli teorik çözümlemelerinden olan ‘kişisel olan politiktir’ söylemi, kadınların kendi aralarındaki bilinç yükseltme gruplarında tartıştıkları bireysel problemlerin aslında hiç de bireysel olmadığını, neredeyse bütün kadınların, şu ya da bu şekilde, benzer deneyimleri yaşadığı gerçeğini savunur ki patriarka, yani erkek egemen devlet ve onun ideolojik yapıları da bu gerçek üzerinden inşa olur.

Aynı tez nefret suçları için de geçerlidir. Nefret suçlarının hedefindeki kitleler genellikle hep ötekilerdir. Bu ötekilerin kimlikleri zaman zaman değişse de, büyük çoğunlukla azınlık olan inanç mensupları (Türkiye’de Alevi ya da Ezidi, Avrupa’da Müslüman, Ortadoğu’da Yahudi vb), LGBTQ mensupları, göçmenler ve de kadınlar, bulundukları yerlerin ötekileri olarak nefretin hep odağındadırlar.

Nefret suçunun failleri de yine genellikle ötekinin karşısına kendisini konumlandıran, eril egemen birey ve yapılardır. Kendisini ultra milliyetçi olarak konumlayan tüm aşırı sağcı partilerin ortak özellikleri de, öteki olarak adlandırdıkları bütün gruplara karşı tahammülsüzlükleri ve politikalarını da bu tahammülsüzlük ve düşmanlık üzerine kurmalarıdır. Peki kim mi bu aşırı sağcılar? Kendisini üzerinde yaşadığı toprakların tek sahibi sayıp sınırları içinde bulunduğu devletin de gerçek yöneticisi gören, milliyetçilik ve tekçilikten beslenen, çoğunluk halkın dinine inanıp, diğer inançları yok sayan, ve heteroseksizmin bekçiliğini yapan bilinç kabızı, eril zihniyettir.

Biz kadınlar, hem kadın kimliğimizden, hem de inanç, etnisite, sınıf ya da cinsel kimliklerimizden dolayı dünyanın neresinde olursak olalım, bu nefret söyleminden payımızı hep alıyoruz. Ama burada kısa bir ara verip, Paris Katliamında yine dillendirilen ve göçmenleri hedef alan ‘Nefret Suçu’na değinmek istiyorum.

İnsanlığın göç etme hikayesi sadece günümüze ait bir durum değil. Yerleşik yaşama geçişten itibaren çatışmalar, zulümden kaçma ya da başka yerde daha iyi bir yaşam kurma hayali hep olmuştur. Yine ne yazık ki zulümden kaçanlar, gittikleri ülkelerde de ayrımcılığa, baskı ve zulme uğramaktan kurtulamıyorlar. Arapların, Çinlilerin, Kürtlerin ya da Yahudilerin hep kendi mahalleleri olması boşuna değil. Elbette ki dilini, kültürünü bildiğin insanlarla aynı yerde yaşamak istersin, ama gittiğin ülkenin insanları tarafından dışlandığında, devlet sana kendini yeteri kadar geliştirme ve hayatını kolaylaştırma imkanı tanımayıp, ayrımcılığı durdurmak için bir adım atmadığında, kendi politikalarının başarısızlığını hep göçmenlere bağlayan medyayı, bu konuda körüklediğinde, nefret dilini kullananlara karşı caydırıcı önlemler almadığında, sen de bir göçmen olarak sığındığın ülkede bile, kendi küçük mahalleni oluşturup güvende olmaya çalışırsın.

Avrupa’da yaşayanlar bilirler. 20 ya da 30 yıldır yaşadığı ülkenin dilini bilmeyen, bulunduğu mahalleden çıkmayan insanlar vardır. Bu, sadece o insanların kendilerini geliştirmemeleriyle ilgili bir durum değildir. Bulunduğu gettonun güvenli çemberinden çıkamama korkusunun da bir sonucudur aynı zamanda. Genç nüfusu azalan ve her geçen gün yaşlanan Avrupa’yı emek gücüyle ayakta tutan da yine göçmenlerdir oysa. Ama en ufak bir krizde ülkenin günah keçileri de yine onlardır.

Hükümetlerin ekonomi politikası iflas ettiğinde gerekçe hazırdır: Ülkemizde çok göçmen var, ve onlara yapılan ekonomik yardımlar, bu ülkenin asıl sahiplerine verilmesi gereken yardımların kesilmesine yol açıyor. Gençler arasında suç oranı arttığında da gerekçe yine göçmen gençlerdir. Belediyelerin ucuz kiralık evleri kalmamıştır. Çünkü göçmenler bütün evlere yerleşmiş, beyaz Avrupalılar sokakta kalmıştır.

Televizyonda, basında, internette her gün bu haberleri okuyan, duyan Beyaz Avrupalılara göre ülkelerine gelen tüm göçmenler, onların sofralarındaki aşa ortak olup eksiltirken, yükselen ev kiralarının sebebi ve kesilen yardımların nedenidirler. Böylece hükümet, kendilerine yönlendirilmesi gereken öfkeyi, göçmenlere yönlendirip, borusunu öttürmeye devam etmekte, zaten ülkesindeki onca ayrımcılık ve zulümden kaçan göçmenler bu sefer de, medeni Avrupa’nın tam ortasında, zulmün bir başka çeşidine maruz kalmaktadır.

Dolayısıyla Paris’te Kürtleri öldüren aşırı sağcı Fransız, sadece kendi nefretini kusmamıştır. O milliyetçi beyaz Avrupa’nın ortak nefretidir. Katilin dolaylı ya da dolaysız bir maşa olduğu çok açık. Önemli olan Fransa’nın bu sefer de Kürtleri devletler arası ilişkilere kurban verip vermeyeceği, bir meczubun bireysel nefretinin maşasını elinde tutanlara dokunup dokunmayacağıdır.

Feminist aktivist ve eğitimci. Yüksek Lisansını 2019’da Essex Üniversitesi Mülteci Çalışmaları alanında tamamladı. 2016’dan beri Asyalı Kadınlar Dayanışma Merkezi’nde şiddete uğrayan mülteci kadınlarla çalışıyor. Merkez bünyesinde eğitmenlik yaparken pek çok farklı kadın derneklerinde de gönüllü olarak çalışmaya devam ediyor.

QOSHE - Paris katliamı, göçmenlik ve nefret suçunun bireyselliği - Suna Parlak Kimdir?
menu_open
Columnists . News Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

Paris katliamı, göçmenlik ve nefret suçunun bireyselliği

11 7 1
27.12.2022

Feminizmin çıkış noktalarından birisi, ‘kişisel ya da özel olan politiktir’ (the personal is political) sloganıdır.

Kadın hareketlerinin en önemli teorik çözümlemelerinden olan ‘kişisel olan politiktir’ söylemi, kadınların kendi aralarındaki bilinç yükseltme gruplarında tartıştıkları bireysel problemlerin aslında hiç de bireysel olmadığını, neredeyse bütün kadınların, şu ya da bu şekilde, benzer deneyimleri yaşadığı gerçeğini savunur ki patriarka, yani erkek egemen devlet ve onun ideolojik yapıları da bu gerçek üzerinden inşa olur.

Aynı tez nefret suçları için de geçerlidir. Nefret suçlarının hedefindeki kitleler genellikle hep ötekilerdir. Bu ötekilerin kimlikleri zaman zaman değişse de, büyük çoğunlukla azınlık olan inanç mensupları (Türkiye’de Alevi ya da Ezidi, Avrupa’da Müslüman, Ortadoğu’da Yahudi vb), LGBTQ mensupları, göçmenler ve de kadınlar, bulundukları yerlerin ötekileri olarak nefretin hep odağındadırlar.

Nefret suçunun failleri de yine genellikle ötekinin karşısına kendisini konumlandıran, eril egemen birey ve yapılardır. Kendisini ultra milliyetçi olarak konumlayan tüm aşırı sağcı partilerin ortak özellikleri de, öteki olarak adlandırdıkları bütün gruplara karşı tahammülsüzlükleri ve politikalarını da bu tahammülsüzlük ve düşmanlık üzerine kurmalarıdır. Peki kim mi bu aşırı sağcılar? Kendisini üzerinde yaşadığı toprakların tek sahibi sayıp sınırları içinde bulunduğu devletin de gerçek yöneticisi gören, milliyetçilik ve tekçilikten beslenen, çoğunluk halkın dinine inanıp, diğer inançları yok sayan, ve heteroseksizmin bekçiliğini yapan bilinç kabızı, eril zihniyettir.

Biz kadınlar, hem kadın kimliğimizden, hem de........

© Gazete Karınca


Get it on Google Play