Dünyada yeni bir siyasal paradigma arayışı var. Bir geçiş süreci mi yaşıyoruz yoksa tüm hayatımız belli geçişlerden mi ibaret, tarih bu mudur gerçekten?

Felsefenin canına okunduğu günden beri insan ile birlikte düşüncenin, hayatı anlamlandırmanın her an itibarsızlaştırıldığı bir konjonktürde yeniden düşünebilir miyiz, yeniden zaman ayırıp “ne oluyor?” diyebilir miyiz?

Sanırım bunu yapmak zorundayız. Evet bu bir zorunluluk olmalı, olabilmeli. Hayatımızı esarete çeviren zincirlerden kurtulmak için sorgulamalar şart. Ancak eleştirel bir bakış açısı ile ve düşünce tarihine, insanlık tarihine yeniden yolculuklar yaparak gündelik yaşamın tahribatlarını anlayabilir ve buna karşı koyabiliriz.

Kaldı ki efendiler, muktedirler, elitler ve kutuplar arasında süren gerilim toplumsal sorunların çözümünü kolaylaştırmıyor. Bu bay-efendilerin kavgasında hiçbir zaman da böyle amaçlar güdülmedi.

Yeni hastalık biçimleri, gıda ve su krizleri, güvenlik riskleri ile birlikte düşünüldüğünde insan yaşamı cehenneme çevriliyor. Bir avuç insan dışında, kimsenin artık müsebbibi arama, yakasına yapışma gibi bir derdi de yok gibi görünüyor. Ya da istediğimiz gibi sesimizi çıkaramıyoruz. Nasıl bir dünya, nasıl bir rejim, nasıl bir siyaset istediğimizi muğlak bırakmak bizim de işimize geliyor.

Uluslararası siyaset, otoriter sağ popülizmin esaretinden kurtulamıyor. Demokrasiden veya soldan yana olanların zaferi kimseye yetecek kadar güçlü olamıyor. ABD, Brezilya ve Türkiye’nin 2019 seçim sonuçları, biriken sağ popülist riskleri bertaraf etmeye yetmiyor.

Dünya ortadan ikiye ayrılmış gibi. Ancak ortadan ayrılan dünyanın ayrılma gerekçelerinin anlamlı hiçbir nedeni yok; ayrılma biçimini anlamlı kılma gibi bir dert de yok. Haliyle her iki kutup da topluma bir şey vaad etmiyor.

Siyasetin ve devlet yönetimlerinin toplum ve ulus bağlamı dışına alınarak aile ve şirket temelli yürütülmesi aşırı keyfiyetçi yönetim şekillerini doğuruyor. Ölçüsüz bir zenginlik derin bir yoksulluğu ve yoksunluğu besliyor. Sınıflar ve tabakalar arası makas kapatılamayacak düzeyde açılıyor. Dünyanın birçok yerinde büyük bir mülksüzleşme dalgası gelişiyor. Elbette bu büyük bir krizin habercisi. Ancak sanıldığı anlamıyla bu krizin bir devrimin mi, yoksa daha büyük bir kaosun mu habercisi olduğunu henüz bilemiyoruz.

Ne devletler düzeyinde, ne de uluslararası düzeyde yeterince Siyasal Sorumluluk alınmıyor. Şu an dünyanın en büyük sorunu sorumluluğun istismarı ve sorumluluğa mikro-makro ölçekte mesafeli durulması. Yönetenler artık ‘Neden bir başkasının sorumluluğunu alayım’ diyebilecek kadar sorumsuz ve kendi toplumuna bu ölçüde yabancılaşmış. Toplum bir kabile reisinin sorumluluğunu geri isteyecek düzeye mi itiliyor? Nasıl bir sadakat, nasıl bir sorumluluk ile karşı karşıyayız?

Batı modernitesiyle birlikte toplumun güvenliği sağlamak için egemene teslim ettiği iradesini geri alabileceği ve egemenlik ilişkisini sorgulayabileceği her ana tecavüz ediliyor; sorgulama ve yargılamanın sağlıklı yürümemesi için toplumlar sürekli zengin risk biçimleri ile tehdit ediliyor. Bu çok açık…

Sorgulamak en büyük özgürlük arayışıdır; bu hakikat insanlık tarihi boyunca süregelmiştir. Özgürlük arayışının önüne güvenlik, savaş, hastalık, işsizlik, açlık vb sosyal yaşamı denetleyen ve itaati kaçınılmaz bir rejim olarak dayatan sistem setleri çekiliyor.

Her an kendinizi bir savaşın içinde bulabilme, bir kaza geçirme, büyük bir patlamada yaşamını yitirme, bilmediğimiz ve teşhisi-tedavisi belirsiz bir hastalığa yakalanma riski, geleceğin hiçbir şekilde ön görülemediği bir geleceksizlik, iş üzerinde emeğin hiçbir denetiminin kalmadığı bir çalışma yaşamı, olası bir hukuksuzlukta hissedilen savunmasız kalma korkusu ve daha sayamayacağımız bir çok risk, insanları tamamen kendinde hapseden, bir başkasına güvenmeyen, toplumsal sorumluluk almaktan olabildiğince kaçan bir ruh haline sürüklüyor. Tüm bunlar kişiyi sürekli sinirsel bir krize tabi tutuyor.

Bu ruh hali toplum olabilmenin tüm nesnel koşullarını ortadan kaldırıyor. Dahası herkese bir lümpenlik dayatılıyor. Kişi kendi eliyle, bilinciyle, kararıyla kendi hakikatinin altını oyuyor; kendisinin katili oluyor, desek abartmamış oluruz. Zira kişinin kendisini ait olduğu toplumsal bağlamın ne içinde, ne dışında hissetmesi, bu eşikten çıkamaması, tüm aidiyetlerine yabancılaşması ve geleceğini planlamada, tamamen başkasına bağımlı olması, öz iradesini kaybetme ve hayatı üzerindeki denetimini tamamen yitirme anlamına geliyor. Böylesi bir ruh hali, pek popüler olan kötülüğün her türlü biçimini sıradanlaştırabilir. Bu ruh halinin farkında olmayan kitlelerin varlığı başlı başına bir risk.

Elbette bir felaket tablosu gibi sunduğumuz bu hayat gerçektir; her gün hayatımızı yöneten aslında bu aşamalar, bu gerilimler ve bu sinir krizleridir. Yüzleşmemek bu krizlerin uzun sürmesinin ve bir kültüre dönüşmesinin temel sebebidir. Hepimiz her gün, en yakınlarımızın, en sevdiğimiz insanların, bizleri yüzleşmekten uzak tutmaya çalışan telkin şiddetine maruz kalıyoruz. Her gün hepimize duygusal şiddet eşliğinde kör, sağır ve dilsiz kalma, her an hepimize bir taşlaşma hali dayatılıyor.

Düşünebiliyor musunuz ki, bir başkasının kederine tanıklık etmemiz bile sürekli sorgulanıyor. Kaçınız, görmeyiniz, dinlemeyiniz, anlatmayınız… Zaten hiçbir şeyi değiştirecek gücünüz yok. Sürekli Kafka’nın Gregor Samsa’sına dönüşme ihtimaliyle yaşıyoruz.

Gerçeği ve yalanı birbirinden ayırt edemediğimiz bir yaşam hepimize dayatılıyor. Temasta bulunduğumuz insanların soğukluğu, bir başkasının kederine ortak olmanın önünde büyük setlere dönüşüyor.

Etrafın sisli bırakılması yeni rejimin vazgeçilmez iklimidir ve birçok kesim için bu aslında büyük fırsatlar yaratmaktadır. Ancak bu yazıyı daha da bunların kiriyle kirletmeyelim.

Buna karşı durmanın her zaman yol ve yöntemleri vardır. İnsanları anlamaktan, onların kederine ortak olmaktan asla korkmamak gerektiğini bilmek ve bu konuda hiç şüphe duymamanın hafifliği, bütün riskleri bertaraf edebilecek kadar güçlü bir daynak, olanak ve alternatif.

Tam da bu nedenle, naçizane öneri insanlara zaman ayırın derim, etrafınızdaki insanları dinleyin, anlayın, dokunun. Hayat tam da budur. En yakınlarınızın iyi niyetli ama gereksiz telkinlerini geriye itin. Dünyanın felaketlerine her zaman insanın dayanacak gücü, karşı koyabilecek iradesi oldu. Bütün bu zapturapt, bu iradeyi yok saymak, iyi insan potansiyelini tasfiye etmek için.

Red edilecek çirkin bir yaşam ve yeniden kurulacak güzel bir dünya umudumuz her zaman var; bu umudu büyütmeye bakalım.

Evet, bunu yapabiliriz. Buna her an daha çok inanmalıyız.

MKÜ Eğitim Fakültesi ve Anadolu Üniversitesi Sosyoloji mezunu. 3 yıl sağlık memurluğu, 13 yıl öğretmenlik hayatından sonra 2016 yılında çıkarılan 675 sayılı KHK ile işinden atıldı. Gazete Karınca’da okur-yazar.

QOSHE - Neo-faşizmin kıskacında yaşamak - Mehmet Nuri Özdemir Kimdir?
menu_open
Columnists . News Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

Neo-faşizmin kıskacında yaşamak

2 3 1
15.11.2022

Dünyada yeni bir siyasal paradigma arayışı var. Bir geçiş süreci mi yaşıyoruz yoksa tüm hayatımız belli geçişlerden mi ibaret, tarih bu mudur gerçekten?

Felsefenin canına okunduğu günden beri insan ile birlikte düşüncenin, hayatı anlamlandırmanın her an itibarsızlaştırıldığı bir konjonktürde yeniden düşünebilir miyiz, yeniden zaman ayırıp “ne oluyor?” diyebilir miyiz?

Sanırım bunu yapmak zorundayız. Evet bu bir zorunluluk olmalı, olabilmeli. Hayatımızı esarete çeviren zincirlerden kurtulmak için sorgulamalar şart. Ancak eleştirel bir bakış açısı ile ve düşünce tarihine, insanlık tarihine yeniden yolculuklar yaparak gündelik yaşamın tahribatlarını anlayabilir ve buna karşı koyabiliriz.

Kaldı ki efendiler, muktedirler, elitler ve kutuplar arasında süren gerilim toplumsal sorunların çözümünü kolaylaştırmıyor. Bu bay-efendilerin kavgasında hiçbir zaman da böyle amaçlar güdülmedi.

Yeni hastalık biçimleri, gıda ve su krizleri, güvenlik riskleri ile birlikte düşünüldüğünde insan yaşamı cehenneme çevriliyor. Bir avuç insan dışında, kimsenin artık müsebbibi arama, yakasına yapışma gibi bir derdi de yok gibi görünüyor. Ya da istediğimiz gibi sesimizi çıkaramıyoruz. Nasıl bir dünya, nasıl bir rejim, nasıl bir siyaset istediğimizi muğlak bırakmak bizim de işimize geliyor.

Uluslararası siyaset, otoriter sağ popülizmin esaretinden kurtulamıyor. Demokrasiden veya soldan yana olanların zaferi kimseye yetecek kadar güçlü olamıyor. ABD, Brezilya ve Türkiye’nin 2019 seçim sonuçları, biriken sağ popülist riskleri bertaraf etmeye yetmiyor.

Dünya ortadan ikiye ayrılmış gibi. Ancak ortadan ayrılan dünyanın ayrılma gerekçelerinin anlamlı hiçbir nedeni yok; ayrılma biçimini anlamlı kılma gibi bir dert de yok. Haliyle her iki kutup da topluma bir şey vaad etmiyor.

Siyasetin ve devlet yönetimlerinin toplum ve ulus bağlamı dışına alınarak aile ve şirket temelli yürütülmesi aşırı keyfiyetçi yönetim şekillerini doğuruyor. Ölçüsüz bir zenginlik derin bir yoksulluğu ve yoksunluğu besliyor. Sınıflar ve tabakalar arası makas kapatılamayacak düzeyde açılıyor. Dünyanın birçok yerinde büyük bir mülksüzleşme dalgası gelişiyor. Elbette bu büyük bir krizin habercisi. Ancak sanıldığı anlamıyla bu krizin bir devrimin mi, yoksa daha büyük bir kaosun mu habercisi olduğunu henüz........

© Gazete Karınca


Get it on Google Play