Neyi nasıl konuştuğunuz siyasal karakterinizi, kimin tarafından alkışlandığınız kime hizmet ettiğinizi belirler. Birinin yüzüne tokat attığınız zaman karşıdakinin diğer yüzünü çevireceği, İsa iyimserliğinin olduğu bir çağda yaşamıyoruz. Birine tokat atarsanız, o da atar, birine hakaret ederseniz o da size makul ölçülerde hakaret eder. Bu yazı, yazar, Kürt aydını, sosyal bilimci ve sosyolog Mücahit Bilici hocamızın son röportajında[1] HDP’ye, HDP’de siyaset yapan siyasetçilere, HDP seçmenine ve en nihayetinde Kürtlerin geneline kadar uzanan hakaret serisini makul ölçülerde anlamayı ve kısmen cevap vermeyi deneyeceğimiz bir yazı olacak. Hakaret konusunda Mücahit hoca kadar başarılı olamayacağımızı bildiğimiz için daha çok söyledikleri üzerinden hakaretlerinin sınırlarını göstermeye çabalayacağız.

Bağımsız aydın var mı bilmiyoruz, ama tarafsız aydın yoktur, olmamalıdır da. Aydının temel niteliği otorite karşısında durması ve hakikatten yana, ezilen ve ötekileştirilenlerden yana söz kurmasıdır. Bu açıdan aydının kimin aydını olduğu önemlidir. Mücahit Hocaya Kürt aydını diye hitap ettim. Ancak Kürt aydını olabilmek için makul ölçülerde kimi nitelikleri taşımak gerektiğini herkes çok iyi biliyor. Son söylediklerine baktığımızda Mücahit hocanın Kürt aydını olma gibi bir kaygısının olmadığını, tam aksine Kürtlere ve Kürt hakikatine mesafeli durmak için Kürt karşıtlarını savunabilecek, övebilecek kadar zıt yönde ilerlemesi onun Kürt aydını olma sıfatının altında ezildiğinin göstergesi olarak okunabilir. Ancak biz yazı boyunca kendisini bir Kürt aydını olarak görüp yazdıklarını bu sıfatla değerlendireceğiz. Mücahit hoca, HDP kapatma davasının hızla işlediği, on binlerce siyasetçinin tutuklu, binlercesinin sürgün olduğu, savaşın en şiddetli haliyle sürdüğü bir eşikte, dahası seçim sathı mailinde, tek bir dayanışma ve yapıcı eleştiri hissiyatı vermeyen; eleştiriyi, analizi ve saptamayı aşan bir cüretkarlıkla HDP siyasetine ve Kürt siyasal hareketine hakaret seti dizen röportajı ile bize ne söylemek istiyor, hangi bilgi düzenekleri ile direnişin bilgisine ve pratiklerine saldırıyor, bu soruları en son yaptığı röportajın izlerini sürerek anlamaya çalışalım.

Uzun süreden beri Kürt siyasetinin demokrasi bağlamını “Hamallık” olarak etiketleyen aydınımızın, aslında kendisinin de emperyalizmin merkezlerinden üretilen bilginin hamallığını yaptığını ve Kürtler dışında herkesi irade olarak gören bir sömürge zehirlenmesi yaşadığını son röportajından anlayabiliyoruz. İnsan sormadan edemiyor: Fuco, Sartre, E. Said, Bourdieu, Derrida… bu aydınlar halkını, halkının mücadelesini aşağılayarak mı aydın oldular? Mücahit hocamızın bu isimlerle anılması neşesine neşe katmış olabilir; ancak bu yazı aydınımızın, bahsi geçen aydınların pratiğinin aksine bir hattı izlediğini, halkına öncü değil sancı olduğu iddiasıyla yazıldığını üzülerek de olsa belirtmemiz gerekiyor.

Aydınımız, Kürt siyasetindeki en ufak gerilimi çoktan “olması gereken bir kırılma” olarak, hatta bir kazanç gibi görüyor. HDP’nin bağımsız bir parti olmadığını, kendisini diğer bütün dinamiklerden arındırmasını istiyor; devasa Kürt meselesinin muhataplığını tek başına HDP’nin omzuna yüklemeye çalışıyor. Klasik anlamıyla devletin ve batının kaygılanan demokratlarının istediği dozda, HDP’nin Kürt hakikati ile arasına mesafe koymasını istiyor. Mesafe koyma işini sadece şiddete indirgiyor, fakat şiddeti ayıklıyor; devlet, erkek, sermaye şiddetinin Kürtlerin üzerindeki izini silerek ilerliyor.

Ona göre HDP bir memur partisidir, genel başkanları atanmış insanlardır, Demirtaş dışında kalan ve HDP’nin kurumsal siyasetinden yana olan tüm eş başkanlar memurdur. Buradan, HDP’nin siyaset tarzını bilmediği, bileşen hukuku, parti mutabakatı ve demokratik ölçüler üzerinde bina edilen yeni siyasete kapalı bir zihin dünyasında yaşadığı anlaşılıyor. Diğer taraftan siyaseti tamamen liderliğe indirgiyor, kurumsal ve örgütlü siyasetten adeta midesi bulanıyor. Erdoğan’ı, Bahçeli’yi, Meral Akşener’i örnek gösteriyor, övüyor. Aydınımızın derdi popülizm; popülist lider istiyor; popülizmden dünyaya saçılan tek adam rejimlerini görmek istemiyor, popülizmi demokrasi zannediyor. Bu nedenle Kürtlere de tek adam rejimini dayatıyor, Demirtaş’ın yer yer parti içinde eleştiri konusu haline gelen siyasetini alkışlıyor; şahıs siyasetini önemsiyor; ama o ne… diğer taraftan da Abdullah Öcalan’ı tek adam olmakla eleştiriyor. Bu ne perhiz bu ne lahana turşusu…

Sevgili aydınımız, “Siyasi partilerin toplumları terbiye etmek gibi derin bir görevleri yoktur” derken Kürt siyasal hareketinin politik ve ahlaki toplum ütopyasına gönderme yapıyor; HDP’ye temsil ile sınırlı tutulan bir siyaset öneriyor. Aydınımız, Kürt toplumunun yaşadığı ahlaki ve politik krizlerin çözümünü cemaatlere patentlediği için HDP’nin bu konuda söz kurmasından rahatsız oluyor. Gençlerin bağımlı madde kullanımı, hırsızlık ve haksızlığı, Kürdistan’da sermayenin cemaatleşmesi, aşiretleşmesi ile yeniden ve farklı biçimlerde hortlayan hiyerarşik toplum arzusu, iç şiddet gibi meseleler Kürt toplumuna büyük bir çürüme olarak dayatılırken; aydınımız, Kürt siyasi hareketinin siyaset alanını temsili bir düzeye indirgeyerek daraltmayı öneriyor. Böylece partiyi, birçok soruna yabancılaşmış bir şekilde, sadece seçim zamanı seçmene gidip oy isteyen klasik parti formuna sıkıştırmak istiyor. Kısacası toplumsal sorunların çözümünde kolektif aklı tasfiye eden ABD’nin bireysel siyaset kuramlarının önermeleriyle Kürt demokratik siyasetine teorik bir tasfiye planı öneriyor.

Aydınımızın HDP’nin siyasetçilerinin edebiyat ile ilişkisini bile hor görmesi ise tuhaf; edebiyatı Kürt siyasetçilerine yakıştırmıyor. İnsanların edebiyat ile ilişkisini eleştirmek için nasıl bir ruh haline sahip olmak gerekiyor, durup düşünmek zorunda kalıyorsunuz? Bu akıl, kapital düzenin toplumu parçalı, bireyi de o parçalara monteleyen aklın uzantısı olarak gören bir yerden kaynağını alıyor. Buradan duyguya düşman, edebiyat ve şiire soğuk olan aydınımızın Kürt halkının duygu sosyolojisine yatkınlığını bilmeyecek kadar Kürtlere yabancılaşmış olduğunu anlıyoruz.

Aydınımız HDP’nin Türkiye’nin üçüncü büyük partisi olmasını başarı olarak görmüyor; “başarısı sıfırdır” diyor. AK Parti’nin ülkeyi sürüklediği kaosu görmezden gelerek tam aksine iktidar olmaktan kaynaklı kendi tabanına helali, haramı bol kepçeden doldurup dağıtmasını ve bu şekilde kendi tabanını mutlu etmesini ise övüyor. AKP’nin tabandan ve tavandan yozlaşarak sınıflaşması ve toplum üzerinde terör estirmesini doğru bir siyaset olarak kabul ediyor. Yozlaşmış iktidarı eleştirmediği gibi bu yoz siyaseti HDP’ye de öneriyor. Siz de yiyin için, dağıtın, çalın, çırpın, tabanınızı herkesin üzerinde görün, ayırımcılık yapın, iktidarcılık yapın, AKP gibi olun. Yine aynı şekilde CHP’yi “Biz buranın sahibiyiz” mottosundan hareketle demokratik yaşamın üzerinde dolaşan tarihsel vesayet biçimlerini ve statükoculuğunu eleştireceğine övüyor. Düzen partilerinin ırkçı, ayrımcı, otoriter, ulusalcı, sömürgen çirkinliklerini “demokrasi açısından önemli ölçütler” olarak görüyor. Aydınımız “MHP’ye bakıyoruz küçücük bir parti ve iktidar ortağı. Hükmediyor, istediğine bağırıp küfür edebilen çirkin bir siyasi oluşum.” diyor ama MHP’nin de HDP’den daha iyi bir siyaset yaptığını düşünüyor. Ancak her iki tarihsel bloğun hangi siyasi akıl ve hangi direniş sonucunda HDP’ye muhtaç hale geldiğini görmek istemiyor.

Söyleşinin bir yerinde “Bütün HDP’lileri toplayın. Bir Akşener kadar özgür insanlar değillerdir, rahat konuşabilecek insanlar değillerdir.” diyor. Bu kıyaslama yazarın Kürt siyasetine ne kadar yabancı olduğunu gösteriyor. Cesaret ve özgürlük arıyorsa sadece kırk yıl ile yargılanan ve hala tutuklu olan Leyla Güven’e bakmasını öneririz. Aysel Tuğluk’un yaptığı konuşmalara, yazılarına; Sebahat’in sokaklarda, salonlarda neyi nasıl savunduğuna, nasıl bir siyaset yaptığına bakabilir. Türkiye’de kadının siyasete dahiliyeti konusunda tartışılmaz mesafeler kaydeden ve siyaseti domine eden onlarca kadın siyasetçiyi görmezden gelerek Meral güzellemesi yapmak, eğer bir Kürt aydınına kalmışsa, bu durum biz Kürtler açısından trajik bir durumdur.

Aydınımız, HDP’’nin siyasetini ve direnişini “eylemcilik” olarak değerlendiriyor. Direnişi, sokakları ve itirazı siyasetten bağımsız ele alıyor. Ancak Kürtlerin stratejik aklının yerel ve küresel ölçekte bir karşılığı olduğunu, Arap baharının sapmaya başlamasıyla bu baharın nasıl Kürt baharına dönüştüğünü, bu aklın Kürt hareketinin teori ve pratik çıktısı olduğunu, yerel seçimlerde tüm Kürtlere faşizmi dayatan AKP’nin sembolik başkenti olan İstanbul’u nasıl düşürdüğünü, önümüzdeki seçimlerde Kürt siyasetinin içerde ve dışarıda oyun bozucu- oyun kurucu gücünü görmek istemiyor. Çünkü görse uzun uzadıya yapılan bu röportajı yapamayacak, haliyle bazı hakikatlere kör kalarak konuşmayı tercih ediyor.

Röportajı yapan gazeteci sanırım rahatsız oluyor ve “HDP’nin bu zamana kadar özellikle 2015’ten bu yana başına gelenleri de belki hesaba katmak gerekir mi? sorusuyla durumu biraz yumuşatmak istese de nafile. Aydınımız konuştukça daha da sertleşiyor. Ezen ile ezilenlerin şiddetini eşitliyor. Türkiye’nin sağ siyasetine hakim olan hamasetin ve savaş seviciliğin Kürtlerde de olduğunu iddia ediyor. Ancak Kürt siyasi hareketinin doksanlardan beri barıştan ve çözümden yana olduğunu unutuyor. Barış ve çözüm süreçlerinin arka planındaki çabayı demokrasicilik, Kürt direnişini eylemcilik olarak etiketlemek ile sınırlı bırakıyor. Canı nasıl isterse öyle konuşuyor, zira aydınımızın bu konuda bir kaygısı yok. Aydın olmanın bütün rezervini Kürt siyasi hareketine saldırarak tüketiyor. Mesela HDP milletvekilinin sokakta kırk-elli polisin şiddetine maruz kalmasını, HDP’lilerin dövülmekten zevk almasıyla ve mazoşist olmasıyla açıklayabiliyor. Devlet şiddetine tek bir söz etmeden, bir milletvekiline yapılan dehşeti görmeden bunun üstüne bir de kavgada “mertlik” arıyor, okyanus ötesinden erkekleşiyor, mertçe savaşacaksınız diyor, ağlamayın diyor.

HDP’ ye verilen Kürt oylarını boşa akan su gibi sürekli akıp hiçbir şeye dönüşmediğinden dem vuruyor. Derken hızını alamıyor, Kürtlerin kendi iradesiyle kazandığı belediyelere zorun gücüyle el konulduğunu bir an unutuyor. Aydınımız, “bütün hırsızlık ve çalmalarına rağmen kayyımların biraz daha kitleleri memnun etme çabası gösterdiklerini görüyoruz. Ama HDP’nin seçilmiş belediye başkanlarının aynı duyarlılıkta olmadıklarını görüyoruz” diyor. İçişleri bakanlığının diliyle ve belli ki Seta’nın emniyet ile birlikte Kürt belediyelerine dair hazırladığı raporların bilgisiyle konuşmayı sürdürüyor. Belli ki aydınımız HDP belediyeciliğini öğrenmek için bir çabası olmadığı gibi en azından HDP’nin kayyımlarla ilgili hazırlanan raporlarına bile göz gezdirmeye tenezzül etmemiş. Bu nedenle rahatlıkla Kürtlerin kendi kendilerini yönetmelerini engellemek için özel hukukla yönetilen rejimlerin bir uzantısı olarak görülen (Şark Islahat Fermanı, Umumi Müfettişlikler, askeri rejimler ve OHAL) kayyımları, çalıp çırpmalarına rağmen HDP’li seçilmiş belediye başkanlarından daha duyarlı olduğunu iddia ediyor. Devletin ve AKP’nin Kürtler arasında eriyen itibarına ve meşruiyetine ise hiç girmiyor. Bunun kendiliğinden olduğunu zannediyor; lordlar kamarasından sürdürdüğü yerli ve milli Kürt muhalefeti sayesinde bunların olduğunu düşünüyor.

Aydınımız, HDP’ye verilen oyların ilerde artacağını, ammmmma bu artışın HDP’nin başarısı olmayacağını; zira bu artışın Kürtlerin demografik genişlemesinin sonucu olacağını söylerken, muhtemelen bu işlerin sihirle olduğunu düşünüyor. Burada HDP’ye yönelik aşağılayıcı dilin ucu bu sefer altı milyon seçmene kadar uzanıyor. Kürt seçmenin HDP tercihi sıradanlaştırılıyor. Aydınımız seçmeni “ahmak” olarak gördüğü için tercihlerini değiştirmeye zorluyor. Ona göre eğer Kürtler kazanım istiyorlarsa, başarı istiyorlarsa HDP’ye verdikleri oyları paket halinde direkt CHP’ye vermeliler; bu olunca hem Türkiye’yi daha demokratikleştirirler, hem verdikleri oyların karşılığını alırlarmış. Böylece aydınımız, Kürtleri yıllardır bin bir emek ile oluşturulan demokratik siyaset zemininden devletçi ve statükocu dinamiklere yönlendiriyor. HDP’ye gidecek oyları bir tercih, bir ulusal birlik veya egemen siyasete yapılan bütünsel bir itiraz temelinde ele almaktan kaçınıyor.

Sokak direnişi, halk buluşmaları veya faşizmde yapılan basın açıklamalarını “saçma sapan ideolojik eylem performansları” olarak etiketliyor. Tam bir ideoloji düşmanlığı yapıyor. Yazarımız sanki İskandinav demokrasisinde yaşıyoruz da HDP ve Kürtler bu zemini kullanamıyor gibi düşünüyor. Ve dayanamıyor, sonunda baklayı ağzından çıkarıyor, HDP’nin kapatılmasını beklemeden Demirtaş’a akıl veriyor, HDP’ye karşı bir parti açmasını öneriyor. Bu da yetmiyor, yeni partide siyaset yapacak kişileri de ayıklıyor; aydınımız, direnen Kürt siyasetini defolu görerek mümkünse yeni partinin “tamamen sivil suça bulaşmamış tertemiz herkesin oy verebileceği bir siyasi oluşum” olmasını istiyor.

Açıktan ve doğrudan kullanılan dil tercihi, karşı tarafa doğrudan söz kurma hakkını doğuruyor. Aydınımız HDP’yi eleştirmiyor, HDP ile kavgaya tutuşuyor, hiçleştiriyor, hakaret ediyor, HDP’yi en çirkin, en faşist, en berbat siyasetlerin gerisinde görüyor; peki buradan nasıl bir anlayış ve algı bekliyor, Kürt siyasi hareketinin bu şekilde onu ciddiye alacağını mı düşünüyor? Gazeteci, muhtemelen yine rahatsız oluyor ve şöyle bir soru soruyor: “Hem muhalefetin hem de iktidarın HDP’ye karşı olan tutumu, HDP’nin tabanına karşı olan tutumu istenmeyen çocuk gibi. İktidarın zaten bu pozisyonda olmasını anlayabiliyoruz. Ama muhalefet de bu konuda iktidarla aynı çerçevede kalıyor. HDP’yi eleştirdiniz ama bu açıdan da bakmak gerekmez mi?” Bu soruyla aslında gazeteci bile “yahu yeter arkadaş, vur dedik öldür demedik ki, başkalarının hiç mi suçu yok” der gibi soruyu soruyor ve gidişatı biraz değiştirmek istese de aslında başaramıyor. Aydınımız yine HDP’ye saldırıyor. “Nasıl oluyor bir ülkedeki bütün siyasi partiler HDP’den kaçıyor? Bence HDP açıktan bir Kürt partisi olsa bu kadar kaçmazlardı” diyerek, düzen partilerinin HDP’ye yönelik mesafeli duruşunu, yine HDP’nin hatası olarak görüyor, yine HDP fikriyatını, Kürtlerin Türkiye sosyalist solu ile stratejik ittifakını hedef alarak işin içinden çıkıyor. Devletin Kürtlere bir şey kaptırmamak için büyümeyi engelleme stratejisini, Kürt siyasi kırımının düzen partilerinin eliyle bir konsensüs etrafında onaylanmasını ise hiç görmüyor.

HDP’nin fikriyatını çarpıtma stratejisi, bazen HDP’nin veya Kürt siyasi hareketinin ne istediğini bilmediği iddiasıyla yürürlüğe sokuluyor. Aydınımız da bu yürürlüğün memurlarından biri oluyor. “Bütün dünyayı istiyorlar. Bu totalitarizmdir” diyor, nasıl bir bağlam kuruyorsa artık, bilemiyoruz ama HDP’nin paradigmasından duyulan rahatsızlık travmatik söylemlerle yansımasını buluyor. HDP’nin yüzde ellisini oluşturan kadın hareketinin gücünü, direnişini ve siyasetini “Kadın mağduriyetinin arkasına saklanma” olarak tanımlıyor, kadın hareketinin yerel ve küresel ölçekteki dinamizmini görmek ve bilmek istemiyor. Burada, HDP’nin ekolojik yıkıma, kapitalist sömürüye, modern dünyanın politik, ekonomik, kültürel tahribatlarına karşı politika sahibi olmasının yazarı neden rahatsız ettiğini anlamak zorlaşıyor. Muhtemelen Kürt meselesi ile birlikte dünyada olan biten hakkında söz kurmayı HDP’ye ve Kürt siyasetine yakıştırmıyor, küçük görüyor, ezik bir ruh hali ile tabloyu okuduğu için HDP ve Kürt siyasal hareketini de bu pencereden bakmaya davet ediyor.

Mesela HDP’nin bir arada yaşam politikasını eleştiriyor. Peki bunun yerine neyi öneriyor? Birlikte yaşamı demokrasi dışı görüyor, bu demokrasi değildir diyor; böylece demokrasiyi pragmatizme kurban ediyor, bütün hareketi değerleriyle birlikte içi boş bir pragmatizm kafasıyla okuyor; zira Kürt siyasi hareketinin yarattığı hiçbir üretimi değer olarak görmediği için bunu rahatlıkla, yüzü kızarmadan yapabiliyor. Değer, ahlak, ortak yaşam, acı, keder vb insani parametreler, okyanus ötesinden bakan Kürt aydınımız için pragmatizmin alaylı muhabbetine dönüşüyor. HDP’ye, HDP’li siyasetçilere, HDP’li seçmenlere uzanan hakaret soslu sözde önerilerden son olarak topluca Küt halkı da payını alıyor. Aydınımıza göre Kürtler, “Türkiye toplumuna karşı dürüst olmak zorundadır. Türkler kötü değildir. Türklerin vicdanına ve insaniyetine itimat etmek zorundayız ama bunun garantisi dürüst olmaktır. Kürtlerin, Türklere karşı dürüst olmasıdır.” diyerek Kürtlere söylenen asırlık yalanları manipüle ederek üstünü örtüyor.

Yazarımız “dünyayla ve gerçeklikle bağı kalmamış birkaç yobaz insan” diyerek aşağıladığı Kürt siyasetçilerini elbette sevmeyebilir, ancak derdinin Kürt meselesi olmadığı, kullandığı dil ve kavramsal-kuramsal tercihlerden anlaşılabiliyor. Aydınımızın Kürt siyasi hareketi ile sürdürdüğü ideolojik kavgayı ideolojiler üstü veya ideoloji dışı bir kılıfa uydurmaya çalışsa da kendisinin içinden konuştuğu bağlam buz gibi bir ideolojik hapishanenin içinden üretilen sesler, söylemler ve kipler olduğu net.

Sonuç olarak sevgili Mücahit hoca,

Sen emperyalizmin bilgi lenslerinden bakarak onlara hamallık yapmaya, HDP ve Kürt hareketi ise halkına, demokrasiye, kendisi için dayak yiyen, hapis yatan solcuların hamallığını yapmaya devam edecek. Boğaziçili Paramaz gitsin Kobani’de canını versin, 60 yaşındaki Sinoplu Rıfat Amca gidip senin Kürt akrabalarını IŞİD’lilerden korumak için yaşamını yitirsin, ama sen de onlara laf at, lordlar kamarasından halkını, siyasetini aşağıla. Hangisi daha ahlaki, hangisi Kürt halkının menfaatlerini içeriyor, onu okurlara bırakıyoruz. Kıyaslamak bile aslında saçmalık.

Kürt halkının siyasetine dair eleştirel bir kaygın yok, röportaj boyunca kendi komplekslerini, kinini ve antipatini kusmuşsun. Kürt halkı ve siyaseti üzerine teorik şiddet ve statü terörü estirmişsin. Direniş setlerinin tümünü tek celsede mağduriyet olarak kodlamışsın. Kürt halkına yapılan bütün adaletsizliklere karşı önerdiğin siyaset kadrosu var mı? Kimden bekliyorsun, direniş için özel olarak doğurulan Kürt evlatları olduğunu mu düşünüyorsun? Binlerce yaralı aile, bedel ödemiş on binlerce insanın korkunç emeği ile yürüyor bu işler. Okyanus ötesinden konuşmayı bırakıp gel bir hafta partide, mahalle ve köylerde demokratik siyaset yapan insanlarla sohbet et, araştırma yap; üstten konuşuyor, altta neler yaşandığını bilmiyor, görmüyorsun, geminin nasıl yürüdüğünü tahmin bile etmekten acizsin.

Şayet samimi olduğunu görseydik haklı olduğun birkaç noktaya katılabilirdik, dahası eleştirel ekleme bile yapabilirdik. Ancak röportajın tamamına yansıyan kötü niyet bunu engelliyor. Kürt hareketine olan nefretin inanılmaz bir önyargıyı besleyerek Kürtlerin büyük kitlesine karşı körlüğe neden oluyor; buradan bakarak neyi görmeyi umuyorsun? Metinde belki de tartışılması gereken bazı hakikatleri de komplekslerine ve nefretine kurban etmişsin. Elbette ulaşmak istediğin bir kitle olabilir. Eğer Kürt hareketinin düşmanlarını mutlu etmek istemişsen başarılı olmuşsun, ama amacın Kürt hareketinin tabanına çalışanlarına ve siyasetçilerine yönelik bir eleştiri ise bu mahallede bıraktığın en küçük pozitif imajı da bu söyleşi ile kendi elinde ayaklar altına aldığını bilmeni isterim.

Sonuç olarak halkının yaşadığı bunca acıya öfkeye, kedere ve ölümlere rağmen lordlar kamarasından konuşmayı tercih ediyorsun. Fakat senin bütün derdin ideolojik. Bunu sosyal bilimci kimliğin ile örtmeye çalışıyorsun ama beceremiyorsun. Kürtlerin demokratik direnişi, sola olan eğilimi seni agresif bir ruh haline sürüklüyor. Hakaret ederek rahatlamaya çalışıyorsun, en azından belli bir kesimden alkış alarak sahte sempatinin aurasıyla ayakta kalıyorsun.

Sen işine bak hoca, senden hayır gelmez; lordlar kamarasından Kürtlere uygulanan askeri teknolojilerin yarattığı fiziksel şiddet yetmiyormuş gibi bir de senin teorik fantezilerinin şiddetine maruz kalmayalım. Senin katkın kendine ve Kürt düşmanlarına. Eh biz de işimize bakalım. Senin derdin kendinle, bizim derdimiz bir halkın kederi, kaderi, geçmişi, an’ı ve geleceği ile….Senin derdin bizleri basitleştirmek, kendini bizden üstün göstermek. Sen cesursun, bizler korkak öyle mi? Peki bugüne kadar hangi Kürt boyun eğdi, Vedat Aydın mı, Musa Anter mi, Mehmet Sincar mı, Leyla Zana mı… kim boyun eğdi, seksen yaşındaki Ahmet Türk mü, Leyla Güven mi, Gültan Kışanak mı, Demirtaş mı boyun eğdi, Sebahat mı, İdris mi… kim boyun eğdi, kim mağduriyet siyaseti yaptı. Bir Kürt annesi çocuklarının kemiklerini istiyor diye buna mağduriyet mi diyorsun? İşine geldiğinde Kürt siyasetinin demokrasi arayışını aşağılıyor, yeri geldiğinde aynı demokrasiden askere çağrı yapmasını istiyorsun. Aşağıladığın, hamallık olarak gördüğün demokrasiye yönelik motivasyonun sence de sorunlu değil mi? İnsan Chomsky’den, yüzlerce akademik Kürt dostundan biraz feyz almaz mı? Yerel ve küresel ölçekte Kürt halkının demokratik siyasetine yapılan hukuksuzluklar ve Kürtlerin buna karşı geliştirdiği direniş konuşulurken bir Kürt akademisyeninin Kürt siyasetini aşağılamaktaki derdi nedir, nasıl bir travmadır bu?

[1] https://serbestiyet.com/haberler/roportaj-i-mucahit-bilici-kurt-demokrasisinin-de-kurt-askeriyesine-haddini-bil-diyebilmesi-lazimdir-108111/

MKÜ Eğitim Fakültesi ve Anadolu Üniversitesi Sosyoloji mezunu. 3 yıl sağlık memurluğu, 13 yıl öğretmenlik hayatından sonra 2016 yılında çıkarılan 675 sayılı KHK ile işinden atıldı. Gazete Karınca’da okur-yazar.

QOSHE - Kürt aydının teorik şiddeti - Mehmet Nuri Özdemir Kimdir?
menu_open
Columnists . News Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

Kürt aydının teorik şiddeti

6 3 1
28.10.2022

Neyi nasıl konuştuğunuz siyasal karakterinizi, kimin tarafından alkışlandığınız kime hizmet ettiğinizi belirler. Birinin yüzüne tokat attığınız zaman karşıdakinin diğer yüzünü çevireceği, İsa iyimserliğinin olduğu bir çağda yaşamıyoruz. Birine tokat atarsanız, o da atar, birine hakaret ederseniz o da size makul ölçülerde hakaret eder. Bu yazı, yazar, Kürt aydını, sosyal bilimci ve sosyolog Mücahit Bilici hocamızın son röportajında[1] HDP’ye, HDP’de siyaset yapan siyasetçilere, HDP seçmenine ve en nihayetinde Kürtlerin geneline kadar uzanan hakaret serisini makul ölçülerde anlamayı ve kısmen cevap vermeyi deneyeceğimiz bir yazı olacak. Hakaret konusunda Mücahit hoca kadar başarılı olamayacağımızı bildiğimiz için daha çok söyledikleri üzerinden hakaretlerinin sınırlarını göstermeye çabalayacağız.

Bağımsız aydın var mı bilmiyoruz, ama tarafsız aydın yoktur, olmamalıdır da. Aydının temel niteliği otorite karşısında durması ve hakikatten yana, ezilen ve ötekileştirilenlerden yana söz kurmasıdır. Bu açıdan aydının kimin aydını olduğu önemlidir. Mücahit Hocaya Kürt aydını diye hitap ettim. Ancak Kürt aydını olabilmek için makul ölçülerde kimi nitelikleri taşımak gerektiğini herkes çok iyi biliyor. Son söylediklerine baktığımızda Mücahit hocanın Kürt aydını olma gibi bir kaygısının olmadığını, tam aksine Kürtlere ve Kürt hakikatine mesafeli durmak için Kürt karşıtlarını savunabilecek, övebilecek kadar zıt yönde ilerlemesi onun Kürt aydını olma sıfatının altında ezildiğinin göstergesi olarak okunabilir. Ancak biz yazı boyunca kendisini bir Kürt aydını olarak görüp yazdıklarını bu sıfatla değerlendireceğiz. Mücahit hoca, HDP kapatma davasının hızla işlediği, on binlerce siyasetçinin tutuklu, binlercesinin sürgün olduğu, savaşın en şiddetli haliyle sürdüğü bir eşikte, dahası seçim sathı mailinde, tek bir dayanışma ve yapıcı eleştiri hissiyatı vermeyen; eleştiriyi, analizi ve saptamayı aşan bir cüretkarlıkla HDP siyasetine ve Kürt siyasal hareketine hakaret seti dizen röportajı ile bize ne söylemek istiyor, hangi bilgi düzenekleri ile direnişin bilgisine ve pratiklerine saldırıyor, bu soruları en son yaptığı röportajın izlerini sürerek anlamaya çalışalım.

Uzun süreden beri Kürt siyasetinin demokrasi bağlamını “Hamallık” olarak etiketleyen aydınımızın, aslında kendisinin de emperyalizmin merkezlerinden üretilen bilginin hamallığını yaptığını ve Kürtler dışında herkesi irade olarak gören bir sömürge zehirlenmesi yaşadığını son röportajından anlayabiliyoruz. İnsan sormadan edemiyor: Fuco, Sartre, E. Said, Bourdieu, Derrida… bu aydınlar halkını, halkının mücadelesini aşağılayarak mı aydın oldular? Mücahit hocamızın bu isimlerle anılması neşesine neşe katmış olabilir; ancak bu yazı aydınımızın, bahsi geçen aydınların pratiğinin aksine bir hattı izlediğini, halkına öncü değil sancı olduğu iddiasıyla yazıldığını üzülerek de olsa belirtmemiz gerekiyor.

Aydınımız, Kürt siyasetindeki en ufak gerilimi çoktan “olması gereken bir kırılma” olarak, hatta bir kazanç gibi görüyor. HDP’nin bağımsız bir parti olmadığını, kendisini diğer bütün dinamiklerden arındırmasını istiyor; devasa Kürt meselesinin muhataplığını tek başına HDP’nin omzuna yüklemeye çalışıyor. Klasik anlamıyla devletin ve batının kaygılanan demokratlarının istediği dozda, HDP’nin Kürt hakikati ile arasına mesafe koymasını istiyor. Mesafe koyma işini sadece şiddete indirgiyor, fakat şiddeti ayıklıyor; devlet, erkek, sermaye şiddetinin Kürtlerin üzerindeki izini silerek ilerliyor.

Ona göre HDP bir memur partisidir, genel başkanları atanmış insanlardır, Demirtaş dışında kalan ve HDP’nin kurumsal siyasetinden yana olan tüm eş başkanlar memurdur. Buradan, HDP’nin siyaset tarzını bilmediği, bileşen hukuku, parti mutabakatı ve demokratik ölçüler üzerinde bina edilen yeni siyasete kapalı bir zihin dünyasında yaşadığı anlaşılıyor. Diğer taraftan siyaseti tamamen liderliğe indirgiyor, kurumsal ve örgütlü siyasetten adeta midesi bulanıyor. Erdoğan’ı, Bahçeli’yi, Meral Akşener’i örnek gösteriyor, övüyor. Aydınımızın derdi popülizm; popülist lider istiyor; popülizmden dünyaya saçılan tek adam rejimlerini görmek istemiyor, popülizmi demokrasi zannediyor. Bu nedenle Kürtlere de tek adam rejimini dayatıyor, Demirtaş’ın yer yer parti içinde eleştiri konusu haline gelen siyasetini alkışlıyor; şahıs siyasetini önemsiyor; ama o ne… diğer taraftan da Abdullah Öcalan’ı tek adam olmakla eleştiriyor. Bu ne perhiz bu ne lahana turşusu…

Sevgili aydınımız, “Siyasi partilerin toplumları terbiye etmek gibi derin bir görevleri yoktur” derken Kürt siyasal hareketinin politik ve ahlaki toplum ütopyasına gönderme yapıyor; HDP’ye temsil ile sınırlı tutulan bir siyaset öneriyor. Aydınımız, Kürt toplumunun yaşadığı ahlaki ve politik krizlerin çözümünü cemaatlere patentlediği için HDP’nin bu konuda söz kurmasından rahatsız oluyor. Gençlerin bağımlı madde kullanımı, hırsızlık ve haksızlığı, Kürdistan’da sermayenin cemaatleşmesi, aşiretleşmesi ile yeniden ve farklı biçimlerde hortlayan hiyerarşik toplum arzusu, iç şiddet gibi meseleler Kürt toplumuna büyük bir çürüme olarak dayatılırken; aydınımız, Kürt siyasi hareketinin siyaset alanını temsili bir düzeye indirgeyerek daraltmayı öneriyor. Böylece partiyi, birçok soruna yabancılaşmış bir şekilde, sadece seçim zamanı seçmene gidip oy isteyen klasik parti formuna sıkıştırmak istiyor. Kısacası toplumsal sorunların çözümünde kolektif aklı tasfiye eden ABD’nin bireysel siyaset kuramlarının önermeleriyle Kürt demokratik siyasetine teorik bir tasfiye planı öneriyor.

Aydınımızın HDP’nin siyasetçilerinin edebiyat ile ilişkisini bile hor görmesi ise tuhaf; edebiyatı Kürt siyasetçilerine yakıştırmıyor. İnsanların edebiyat ile ilişkisini eleştirmek için nasıl bir ruh haline sahip olmak gerekiyor, durup düşünmek zorunda kalıyorsunuz? Bu akıl, kapital düzenin toplumu parçalı, bireyi de o parçalara monteleyen aklın uzantısı olarak gören bir yerden kaynağını alıyor. Buradan duyguya düşman, edebiyat ve şiire soğuk olan aydınımızın Kürt halkının duygu sosyolojisine yatkınlığını bilmeyecek kadar Kürtlere yabancılaşmış olduğunu anlıyoruz.

Aydınımız HDP’nin Türkiye’nin üçüncü büyük partisi olmasını başarı olarak görmüyor; “başarısı sıfırdır” diyor. AK Parti’nin ülkeyi sürüklediği kaosu görmezden gelerek tam aksine iktidar olmaktan kaynaklı kendi tabanına helali, haramı bol kepçeden doldurup dağıtmasını ve bu şekilde kendi tabanını mutlu etmesini ise övüyor. AKP’nin tabandan ve tavandan yozlaşarak sınıflaşması ve toplum üzerinde terör estirmesini doğru bir siyaset olarak kabul ediyor. Yozlaşmış iktidarı eleştirmediği gibi bu yoz siyaseti HDP’ye de öneriyor. Siz de yiyin için, dağıtın, çalın, çırpın, tabanınızı herkesin üzerinde görün, ayırımcılık yapın, iktidarcılık yapın, AKP gibi olun. Yine aynı şekilde CHP’yi “Biz buranın sahibiyiz” mottosundan hareketle demokratik yaşamın üzerinde dolaşan tarihsel vesayet biçimlerini ve statükoculuğunu eleştireceğine övüyor. Düzen partilerinin ırkçı, ayrımcı, otoriter, ulusalcı, sömürgen çirkinliklerini “demokrasi açısından önemli ölçütler” olarak görüyor. Aydınımız........

© Gazete Karınca


Get it on Google Play