Bugünkü yazımız “Güçlendirilmiş Radikal Demokrasi” üzerine olacaktı. Lakin bugün bizim için zor bir gün. Çünkü bugün 10 Ekim ve bu tarihte Ankara’da barış mitingi yapmak isteyen on binlerce insanımızın arasında bomba patladı, 104 barış insanımızı kaybettik, yüzlercesi yaralı ve sakat kaldı, o gün orada olan hiç kimse henüz travmayı atlatmış değil, savaş ve şiddetin uzun sürmesi ve kalıcı hale gelmesiyle travma da kalıcı hale geldi ve milyonlarca insanın barış umudu büyük yara aldı.
Barış her zaman ikiye ayrılır; sahici veya onurlu barış ve de egemenin suni barışı; biri kalıcı, diğeri sadece savaşa ara veren sahte barış. Ankara’da katledilen kitle sahici, kalıcı ve onurlu bir barış istiyordu, her şeyden önce insan ölümlerinin bir an önce durmasını arzuluyordu. Yoksullardan, köylülerden, işçilerden ve bilimum ezilenlerden oluşan, toplumun en alt tabakasından gelen ve toplumsal barışı mutluluğun ön koşulu olarak gören bu kitle aslında çok tanıdıktı.
Aralarında kadınlar vardı; her çağın sömürgesi, 21. yüzyılın devrimci öznesi kadınlar…
Kürtler vardı; Bedirxanilerden bu yana yaşadığı ülkeye bir hukuk arayan Kürtler…
İşçiler, emekçiler vardı; ilk mülkiyetten beri canından, kanından, emeğinden eksilenin peşine düşen işçiler, emekçiler…
Aleviler vardı; Maraş’ta, Sivas’ta diri diri yakılan Aleviler…
Devrimciler vardı; ezilen her halkın her sınıfın direnişinin altına gövdesini koyan devrimciler…
Ülkenin en merhametli çoğunluğuydu 10 Ekim kitlesi.
Fakat bu merhametli kitle gerici, yobaz ve ırkçı sömürgenler için iştah kabartıcı bir kitleydi. Bir daha böyle bir kitleyi nerede bulabilirlerdi. Oluk oluk kan akmalıydı.
Ve öyle oldu. Muasır medeniyetin başkentinde kanlar oluk oluk aktı. Gövdeler, eller, kollar, başlar birine karıştı. Ankara kendi Guernica’sını çizmişti.
Tepeden tabloyu seyreden iktidarın gözü, bir yandan kahvesini yudumlarken diğer yandan koridorda turluyor ve arada bir “haddinizi bileceksiniz” diye sayıklıyordu.
Barış için “had bildirme” ancak böyle olabilirdi. Bir daha konuşulmamak üzere, bir daha yan yana gelmemek üzere, bir daha talep edilmemek üzere barış toprağa gömülmeliydi. Kendi beceriksizliğini toplumun akıtılan kanıyla örtmek isteyen bu siyasal akıl, daha sonra olağanüstü bir durum yaratarak tüm ülkeyi kana bulayarak tabloyu tamamladı.
Siyaset, savaşın şiddetsiz bir biçimde sürdürülmesidir. Eğer şiddet ile siyaseti birbirinden ayırt edecek bir siyasal kültür söz konusuysa bu realite toplulukları toplum olarak bir arada tutabilir. Ancak Ankara siyaseti Ortadoğu’nun yobaz aklı ile modernitenin en gelişmiş tekniklerinin belli bir azınlığın hevesleri için bir arada kullanan veya ikisinin toplamından öteye gitmeyen kimlikten kurtulamadı. Bu kimlik her zaman toplumu kutuplara ayırarak yönetmeyi ve yönetemediğinde ise en kolay yoldan şiddete başvurmayı aklına koyan bir kimlik. Bu kimliğin temel hedefi küçük bir azınlığı imtiyazlı kılıp diğerini onların keyfiyeti etrafında köleleştiren, iradesiz kılan dar, gerici, yobaz ve ithalatçı bir siyasetin taşıyıcısı olan bir kimlik. Bu kimliğin kendine has doğruları yoktur, bildiği en iyi şey şiddettir. Şiddetin ötesinde toplumu bir arada tutma gibi bir derdi olmayan, toplumsal ve siyasal sorumluluk hissetmeyen ve her şeye tenezzül eden “hep aç, herşeye aç, her türlü aç” olan tehlikeli bir siyasal kimlik.
Bu kimliğin ürettiği şeye “siyaset” denilir mi bilemem. Ama basit bir tanım ile eğer siyaset toplumsal sorunları çözme eylemi ise bu akıl siyaseti asla temsil edemez, etmemeli. Siyasetsizliği yaşamın her alanına yayarak, en basit sorunları bile keyfini bozduğu anda şiddete- sopaya sarılarak kaotik bir zemine taşıyan bu akıldan daha tehlikeli bir akıl yoktur. Bugün bu aklın hala topluma uyguladığı şiddet ile ayakta kaldığını görüyoruz. Daha dün içeriği ne olursa olsun en demokratik hak olarak basın açıklamasını, yürüyüş hakkını veya protesto hakkını kullanmak isteyen kitleye uygulanan şiddeti gördük. “Milletvekilinin ayaklarını kırın” diyen bu siyasete dur demek bu toplumda yaşayan herkesin temel sorumluluğu.
Bazen çatallaşan tüm yollar bir noktada birleşir ve tek yol haline gelir ya, işte böyle bir andayız. Artık bu akıldan kurtulmanın zamanı gelmiştir. Bizler için, 10 Ekim şehitlerinin aileleri, yoldaşları, dostları ve arkadaşları olarak, bu ülkede barış umudundan vazgeçmeyen, demokrasiden, eşitlik ve özgürlükten yana olan her yurttaş için asıl yol savaş karşıtı barışı ne pahasına olursa olsun savunmaktan geçiyor. Bunun için de kutuplaşmaya karşı ortak mücadele zeminlerini çoğaltmak ve burada safları sıklaştırmak zorundayız.
Dünya genelinde kahiri ekseriyetle barış çoğunluğun, savaş ise azınlığın arzusudur. Buradan hareketle hala bu ülkede milyonlarca insanın barışı umut ettiğini ve savaşa ortak olmak istemediklerini akılda tutalım.
10 Ekim katliamından sonra insanların evine ateş düşürmede ustalaşan savaş aklı, toplumun canından can, malından mal, umudundan umut çaldıkça ayakta kalabiliyor. Bizler artık bu savaş aklına hiçbir şeyimizi vermemeliyiz. Belki bizden aldıklarının hepsini geri alamayabiliriz. Ama yeni Guernica’lara bir daha asla izin vermeyebiliriz.
Sonuç olarak 10 Ekim barış şehitlerini hatırlamanın, onları anmanın en sahici yolu onların hayallerine, umutlarına ve barışına sahip çıkmaktan geçtiğini bir kez daha hatırlatalım. 10 Ekim barış şehitlerinin barışı bizim barışımız, umudu bizim umudumuz olabilmeli. Çünkü Guernica’nın en küçüğü olan Veysel’in gözleri hala üzerimizde.
Katliamda yaşamını yitirenlere saygıyla…
MKÜ Eğitim Fakültesi ve Anadolu Üniversitesi Sosyoloji mezunu. 3 yıl sağlık memurluğu, 13 yıl öğretmenlik hayatından sonra 2016 yılında çıkarılan 675 sayılı KHK ile işinden atıldı. Gazete Karınca’da okur-yazar.
Bugünkü yazımız “Güçlendirilmiş Radikal Demokrasi” üzerine olacaktı. Lakin bugün bizim için zor bir gün. Çünkü bugün 10 Ekim ve bu tarihte Ankara’da barış mitingi yapmak isteyen on binlerce insanımızın arasında bomba patladı, 104 barış insanımızı kaybettik, yüzlercesi yaralı ve sakat kaldı, o gün orada olan hiç kimse henüz travmayı atlatmış değil, savaş ve şiddetin uzun sürmesi ve kalıcı hale gelmesiyle travma da kalıcı hale geldi ve milyonlarca insanın barış umudu büyük yara aldı.
Barış her zaman ikiye ayrılır; sahici veya onurlu barış ve de egemenin suni barışı; biri kalıcı, diğeri sadece savaşa ara veren sahte barış. Ankara’da katledilen kitle sahici, kalıcı ve onurlu bir barış istiyordu, her şeyden önce insan ölümlerinin bir an önce durmasını arzuluyordu. Yoksullardan, köylülerden, işçilerden ve bilimum ezilenlerden oluşan, toplumun en alt tabakasından gelen ve toplumsal barışı mutluluğun ön koşulu olarak gören bu kitle aslında çok tanıdıktı.
Aralarında kadınlar vardı; her çağın sömürgesi, 21. yüzyılın devrimci öznesi kadınlar…
Kürtler vardı; Bedirxanilerden bu yana yaşadığı ülkeye bir hukuk arayan Kürtler…
İşçiler, emekçiler vardı; ilk mülkiyetten beri canından, kanından, emeğinden eksilenin peşine düşen işçiler, emekçiler…
Aleviler vardı; Maraş’ta, Sivas’ta diri diri yakılan Aleviler…
Devrimciler vardı; ezilen her halkın her sınıfın direnişinin altına gövdesini koyan devrimciler…
Ülkenin en merhametli çoğunluğuydu 10 Ekim kitlesi.
Fakat bu merhametli kitle gerici, yobaz ve ırkçı sömürgenler için iştah kabartıcı bir kitleydi. Bir daha böyle bir kitleyi nerede bulabilirlerdi. Oluk oluk kan akmalıydı.
Ve öyle oldu. Muasır medeniyetin başkentinde kanlar oluk oluk aktı. Gövdeler, eller, kollar, başlar birine karıştı. Ankara kendi Guernica’sını çizmişti.
Tepeden tabloyu seyreden iktidarın gözü, bir yandan kahvesini yudumlarken........
© Gazete Karınca
visit website