Günümüz etik ideolojisinin köklerinin, büyük ölçüde kötülüğün “mutabakata dayalı” apaçıklığında yattığını ifade eder Fransız düşünür Alain Badiou. Bu durum elbette kötülük kavramının herhangi bir geçerliliğinin olduğunu reddetmek ve ona münhasıran bariz biçimde dini kökenlerine iade etmemiz gerektiği anlamına gelmiyor. Siyasetin fikirsiz bir ilmihalin ikiyüzlülüğüyle karıştırıldığı bir dönemde kötülük kavramının kökenlerine bakmak, ideal etik ve iyilik tasavvuruna da ayna tutacaktır.

İyilik ve kötülük kavramları üzerinde mutabık kalınan bir kavram değil, mahiyeti ve içeriği bağlamında birçok ihtilafın olduğu kadim bir tartışma konusu. Burada iyilik değil de özellikle “kötülük” her insana göre farklı anlamlar içeren bir kavram olarak karşımıza çıkmaktadır. Dolayısıyla kötülük sorunu, tarih boyunca insanlığın kesin bir sonuca varmadığı ve birçok tartışmanın nedeni haline gelen bir problem olarak karşımızda durmaktadır.

Bu problem insanlığa ait ilk kaynaklardan başlayarak günümüze kadar devam etmektedir. Felsefe başta olmak üzere sanat, edebiyat, kültür gibi birçok alanda bu kavram etrafında tartışmalar yürütülmektedir. Bu yazıda bahsi geçen kötülük kavramının doğadan gelen çerçevesinden ziyade ahlaki anlamda kötülük mefhumuna odaklanmaktır. Başka bir ifadeyle doğal sebeplerden ötürü ortaya çıkan kötülüğü anlama çabası değil insanın sebebiyet verdiği ve ahlaki çürümenin vücut bulduğu kötülüğü anlamaya odaklanmaktadır. Her ne kadar mukaddes kitapta ilk insanın eslafları olarak anılan Âdem ve Havva’nın işledikleri günaha dair anlatımda kötüyü kavrayışın ipuçlarını verse de kötülüğün dünyaya intikali veya düşüşü bağlamında tarihi bir kayıt söz konusu değildir.

İnsanlık tarihine dair dönemlerin tamamında, bütün kültürlerde kötünün tarifi birbirine benzer niteliklere sahiptir. İyiliğin karşıtı olarak algılanan kötülük kavramının insanın en eski korkularından birini oluşturduğunu insanlığın ortak hafızasından süzülmüş kodlarından anlamak mümkündür. O kodlar ilahi bir ilke olarak bütün kültür ve inançlardaki sembollere gömülü olarak karşımıza çıkan kötülüğün temel nedenlerini anlamak mümkün olmasa da iyiliğin olgusal hakikatini kavramak için önemlidir.

Kötülüğün organize hali olarak topluma dayatılan kutuplaşma, çatışma ve savaş halinin giderek kurumsallaşmaya doğru evirildiğini görüyoruz. Dünyada bunun birçok örneğine rastlamak mümkündür, lakin özellikle Türkiye’de seçimlerin yaklaşmasıyla birlikte bir kez daha netlik kazanan kötülük tablosu Türkiye’nin bundan böyle artık tamamıyla totaliter ve faşizan bir sisteme doğru sürükleyeceğini göstermektedir. Yıllardır yapısal olarak bir baskılama kıskacına alınan Türkiye’deki sistemsel aygıtların, özellikle son örneklerle birlikte tamamıyla normatif olanın dışına çıktığının bariz bir göstergesidir. Dolayısıyla son yılların temel tartışma temalarına bakıldığında Türkiye’deki olgusal kabuk değişimlerin birçok bakımdan Nazi Almanyasının başlangıç süreciyle benzer bir parodiye sahne olduğunu görüyoruz.

Kötülüğün katıksız hali olarak ortaya çıkan faşist fıtratın bazı gizem ve mitsel mistifikasyonlarla sıradanlaştırılmasının, tarihinin en büyük felaketlerinden birine yol açtığına tanıklık etti insanlık. Nitekim ilk başlarda herkesin donanımsız olarak gördüğü, ciddiye almadığı, muzip ve yerel bir karikatür olarak gördüğü Hitler ve şürekâsı, zamanla Führerliğe yükselmiş ve tarihin en nizamlı yıkıcı sistemlerinden birinin kurulmasına yol açmıştı. Yani aynen burada olduğu gibi, önce diğer partileri ve siyasi görüşleri demokratik seçimle cezalandırmak isteyen, halkın oylarını almış ancak iktidara geldikten sonra “eşzamanlı değmelere basma” (Gleichschalltung) mekaniğiyle hem kurumları bir bir ele geçirmiş hem de bütün ideolojik zehrini halka zerk etmişti. Lakin rejimler ‘demokratik’ de olsa bazen iktidara öyleleri gelir ki, zamanla iktidara gelişlerinin hangi normatif kurallar sayesinde mümkün olduğunu unuturlar ve kendi “hukuk kurallarını” hâkim kılmak için mevcut değerler merkezini yerle bir eder, ulaşılmak istenen nihai hedef için bütün güzergahları bir durak olarak görürler. Bazıları ise, dünya konjonktüründen de faydalanıp bilinen ‘sivil darbe’ metotlarıyla, demokrasiyi uzun bir süre için ortadan kaldırmayı becerebilirler.

Bu durum öylesine yapısal bir şey ki, bunun örneklerini sadece ekonomik ve sosyal olarak gelişmeyen ülkelerin tarihinde değil, en gelişmiş sanayi ülkelerinin çoğunun tarihinde de görmek mümkündür. Muhalif taraftayken ağzından düşürmediği ‘hak, hukuk, adalet’ söylemlerini rafa kaldırır, demokratik devletin özgür veya özerk olması gereken tüm kuruluşları kendi emrine almak için eşzamanlı düğmelere basar ve kendince ebedi gibi görünen bir ceberut erk kurarlar. Bir taraftan ayrıştırma üzerinden tesisi zor kutuplaşmalar ve hatta yıkıcı bloklaşmalar yaratırken, diğer taraftan aynılaştırıcı, yani kendi siyasi gayretleri çerçevesinde bir militanlaşma inşa edip bunun etrafında birlik kimliği oluştururlar. Kendi kimliklerinin ana eksenini oluşturan bu dost/düşman düalist olgusu sayesinde hedeflerine ulaşmaya çalışırlar. Dolayısıyla bulundukları noktadan başlayarak söz konusu ayrıştırıcı ve aynılaştırıcı metaforlar üzerinden siyasi ve sosyal alan kazanımlarını sağlamaya çalışırlar. Etkisi altına aldıkları bütün alanları kesintisiz kavgaların kol gezdiği güvensiz birer mecraya dönüştürürler. Toplumsal birçok kesimin anlam veremediği olaylar ortaya çıkar, nedenleri ve amaçları pek belli olmayan münakaşa ve çatışmalar vuku bulur. Hem ayrıştırdığı hem de benzeştirdiği kitle üzerinde kurduğu tahakküm sayesinde her iki kesime büyük zarar verilir ve bundan ötürü öngörülen kutuplaşma istenen ölçüye ulaşır.

Ne var ki ortaya çıkan bu tür ideolojik kutuplaşma ve siyasi bloklaşmalar toplumsal hayatın hem iç hem de dış gerçekliğini önüne geçilemez biçimde ziyana uğratır. Ortaya çıkan ziyan o kadar büyük olur ki, kendilerini kurguladıkları erkin mekanizmalarıyla bile kontrol edemez hale gelirler. Çünkü zamanla keskinleşen kutuplaşmanın boyutları, beraberinde kontrol edilemeyecek kadar büyük çatışmalar ve toplumsal anomileri ortaya çıkarır. Yani hem toplumsal sözleşmenin yekûnu hem de ülkenin sosyal ve ekonomik refahı sekteye uğrar. Başka bir deyişle hem kendilerine hem de halklarına büyük zararlar verirler. Dolayısıyla evrensel ölçekte tarihteki hem yıkıcı örneklere emsal olarak hem Hitler Almanyası hem de Duce İtalyasını verebiliriz.

Almanya’da Hitler’in ve İtalya’da Mussolini’nin kurdukları o iflah olmaz yıkım sistemleri, salt kendi halklarına ve onun kültürel mirasına zarar vermekle kalmamış, dünyanın büyük bir kısmını felakete sürükledikleri gibi onun tarihsel hafızasını da büyük bir dehşete terk etmiştir. Belki de insanlığın tanıklık ettiği tarihin en yıkıcı zatlarından biri olan Hitler, kurduğu sistemle yeryüzünde yaratacağı büyük felaketin farkında olan nadir mahlûklardan biriydi. Tarihin trajikomik figürlerinin arasında yerini alan bu cılız ve enez adamın, büyük bir yıkıcı çığır açabileceğini sayısı çok az olan planlama arkadaşlarının dışında kimsenin bilmediği de rivayetler arasındadır.

Bu bağlamdan hareketle, yakın tarihin Türkiyesine bütünlüklü bir şekilde bakıldığında ise benzer şekilde birçok can alıcı kararın da sadece belirli bir yönetici grubu tarafından alınıp uygulandığı çok net bir şekilde görülmektedir. Zira dehşetin seraba dönüştüğü yer de bu noktadadır. Eşzamanlı devre dışı bırakma mekaniği neticesinde Alman halkının büyük kısmının suça ortak olmasına rağmen, ne için yapıldığına dair yeterince fikir sahibi olmadığı da tarihçiler ve sosyal bilimcilerin sıkça ele aldığı konular arasındadır. Dolayısıyla eşzamanlı devre dışı bırakma mekanizmaları hem ayrıştırılan (ötekileştirilen) hem de aynılaştırılan kesimler için nihayetinde aynı anlama gelmekteydi. Çünkü ayrıştırılanlar yeni sistemin aygıtları ile aynılaştırılanlar tarafından bertaraf edildikçe, diktatörlük şurası aynılaştırılanlar arasında da aynı seleksiyon mekanizmalarını devreye sokmaktan asla geri durmamıştır.

Totaliter elementlerin öngördüğü güven skalasına göre ayrıştırılanların bertaraf edilmesine müteakiben, aynılaştırılanlara karşı da nihai yıkım başlar ve bu yıkım o kadar kapsamlıdır ki en yakın yol arkadaşı ve suç ortağına kadar bile gelme ihtimali vardır. O (Führer) kurgularının gereği olarak tümüyle bir kuşku ve güvensizlik dünyasının içinde yaşamaktaydı ve herkesten aynı derecede kuşkulanmaktaydı. Bu kurgunun öngördüğü en temel prensiplerden biri de en yakın yandaşın veya dostun bile bir anda en korkunç bir düşmana dönüşme ihtimalinin yüksek olmasıdır ve bu dehşet verici ihtimalin er veya geç devreye gireceği mutlak bir hakikattir. Bu yalın hakikat Batı Führerleri için geçerli olduğu kadar Doğu despotları içinde bir o kadar geçerlidir. Zira Führerler ve despotlar arasında sıradan benzeşmeleri aşan temel bir örtüşmenin söz konusu olduğu aşikârdır. Dolaysıyla şu an Türkiye’de yaşananların Nazi Almanya’sının doğum sürecine ne kadar benzediğini her geçen gün giderek yaygınlaşan toplumsal tecrite bakarak görebiliyoruz.

Türkiye’nin yakın tarihinin yönetsel aygıtının baskıcı fıtratına sadece hak ihlalleri üzerinden bakıldığında bile bu halis kötülüğün ana kaynağı nereye dayandığını daha net görebiliyoruz. Kötülüğün bu halis haline karşı çıkmanın en basit yolu evrensel iyiliği savunmaktır, buna katılmayan herkes kötülüğün bir tarafıdır. Kötülüğün katıksız hali, evrensel iyiliği savunan herkes için, mücadele edilmesi gereken bir hal olarak insanlığın önünde durmaktadır. Ya bu hal giderek daha mutlak egemen bir yönetsel aygıta dönüşecek ya da muhlis bir iyilik hareketine yenilecektir.

Dr. Azad Barış, sosyolog, akademisyen, yazar, aktivist ve Spectrum House Araştırma ve Düşünce Kuruluşu Genel Direktörü. Lisans ve yüksek lisans derecelerini Hamburg Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nden, doktora derecesini ise felsefe alanında Leuphana ve Ruhr Üniversitesi’nden almıştır. Leuphana Üniversitesi’nde Kültürlerarası İletişim ve Uygulamalı Kültürel Çalışmalar alanında öğretim görevlisi olarak görev yapmıştır. 1998’den beri Êzidîler başta olmak üzere azınlıklarla ilgili birçok projede yer almıştır. Avrupa içi entegrasyonu, neoliberalizm ve sosyalizasyon teorileri başta olmak üzere sosyal bilimler alanında çalışmalar yapmaktadır. Ayrıca azınlıklarla ilgili kültürel antropolojik ve inanç kökenleri üzerine birçok çalışması bulunmaktadır. Bugüne kadar uluslararası birçok gazete ve dergide makale ve yazıları yayınlanmıştır. Kuruluşlarından itibaren Yeni Yaşam Gazetesi’ne ve Gazete Karınca’ya yazılar yazmaktadır.

QOSHE - Kötülük ve hakikatin etiği - Azad Barış Kimdir?
menu_open
Columnists . News Actual . Favourites . Archive
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close
Aa Aa Aa
- A +

Kötülük ve hakikatin etiği

8 8 1
09.12.2022

Günümüz etik ideolojisinin köklerinin, büyük ölçüde kötülüğün “mutabakata dayalı” apaçıklığında yattığını ifade eder Fransız düşünür Alain Badiou. Bu durum elbette kötülük kavramının herhangi bir geçerliliğinin olduğunu reddetmek ve ona münhasıran bariz biçimde dini kökenlerine iade etmemiz gerektiği anlamına gelmiyor. Siyasetin fikirsiz bir ilmihalin ikiyüzlülüğüyle karıştırıldığı bir dönemde kötülük kavramının kökenlerine bakmak, ideal etik ve iyilik tasavvuruna da ayna tutacaktır.

İyilik ve kötülük kavramları üzerinde mutabık kalınan bir kavram değil, mahiyeti ve içeriği bağlamında birçok ihtilafın olduğu kadim bir tartışma konusu. Burada iyilik değil de özellikle “kötülük” her insana göre farklı anlamlar içeren bir kavram olarak karşımıza çıkmaktadır. Dolayısıyla kötülük sorunu, tarih boyunca insanlığın kesin bir sonuca varmadığı ve birçok tartışmanın nedeni haline gelen bir problem olarak karşımızda durmaktadır.

Bu problem insanlığa ait ilk kaynaklardan başlayarak günümüze kadar devam etmektedir. Felsefe başta olmak üzere sanat, edebiyat, kültür gibi birçok alanda bu kavram etrafında tartışmalar yürütülmektedir. Bu yazıda bahsi geçen kötülük kavramının doğadan gelen çerçevesinden ziyade ahlaki anlamda kötülük mefhumuna odaklanmaktır. Başka bir ifadeyle doğal sebeplerden ötürü ortaya çıkan kötülüğü anlama çabası değil insanın sebebiyet verdiği ve ahlaki çürümenin vücut bulduğu kötülüğü anlamaya odaklanmaktadır. Her ne kadar mukaddes kitapta ilk insanın eslafları olarak anılan Âdem ve Havva’nın işledikleri günaha dair anlatımda kötüyü kavrayışın ipuçlarını verse de kötülüğün dünyaya intikali veya düşüşü bağlamında tarihi bir kayıt söz konusu değildir.

İnsanlık tarihine dair dönemlerin tamamında, bütün kültürlerde kötünün tarifi birbirine benzer niteliklere sahiptir. İyiliğin karşıtı olarak algılanan kötülük kavramının insanın en eski korkularından birini oluşturduğunu insanlığın ortak hafızasından süzülmüş kodlarından anlamak mümkündür. O kodlar ilahi bir ilke olarak bütün kültür ve inançlardaki sembollere gömülü olarak karşımıza çıkan kötülüğün temel nedenlerini anlamak mümkün olmasa da iyiliğin olgusal hakikatini kavramak için önemlidir.

Kötülüğün organize hali olarak topluma dayatılan kutuplaşma, çatışma ve savaş halinin giderek kurumsallaşmaya doğru evirildiğini görüyoruz. Dünyada bunun birçok örneğine rastlamak mümkündür, lakin özellikle Türkiye’de seçimlerin yaklaşmasıyla birlikte bir kez daha netlik kazanan kötülük tablosu Türkiye’nin bundan böyle artık tamamıyla totaliter ve faşizan bir sisteme doğru sürükleyeceğini göstermektedir. Yıllardır yapısal olarak bir baskılama kıskacına alınan Türkiye’deki sistemsel aygıtların, özellikle son örneklerle birlikte tamamıyla normatif olanın dışına çıktığının bariz bir göstergesidir. Dolayısıyla son yılların temel tartışma temalarına bakıldığında Türkiye’deki olgusal kabuk değişimlerin birçok bakımdan Nazi Almanyasının başlangıç süreciyle benzer bir parodiye sahne olduğunu görüyoruz.

Kötülüğün katıksız hali olarak ortaya çıkan faşist fıtratın bazı gizem ve mitsel mistifikasyonlarla sıradanlaştırılmasının, tarihinin en büyük felaketlerinden birine yol açtığına tanıklık etti insanlık. Nitekim ilk başlarda herkesin donanımsız olarak gördüğü, ciddiye almadığı, muzip ve yerel bir karikatür olarak gördüğü Hitler ve şürekâsı, zamanla Führerliğe yükselmiş ve tarihin en nizamlı yıkıcı sistemlerinden birinin kurulmasına yol açmıştı. Yani aynen burada........

© Gazete Karınca


Get it on Google Play