En büyük tehlike |
Hayattan vazgeçtiği an ölüyor insan. Ölmedim sanıyor; ama ölüyor. Biyolojik formumuzu oradan oraya sürüklemeyi yaşamak sanıyoruz. Çağın vebalarından biri de bu. Modern hayatın yükünü omuzlarımızda taşırken birden hiçbir şeyden keyif almadığımızı hissediyoruz. Ne oturduğumuz tahtlar ne de kendimiz için didine didine var ettiğimiz bahtlar… Keyif duymuyoruz hiçbir şeyden, çabaladıkça içimizdeki o kara delik büyüyor. Ve hepimizin dilinde aynı soru: “Neden bu kadar mutsuzum?” İçimiz bomboşken mutlu olmamızın imkânı yok. Etrafımızda akıp giden hayatın nesnesi olabiliyoruz sadece. Son sığınağımız toplum olarak depresyonda olmak. Sonuç avuç avuç ilaç yutup ahvalimizi unutmak.
Oysa tek toz bir ilaç yeterdi hepimize, belki bu kadar çok aymazlığa da düşmezdik. Etrafımız kırılıp geçerken “Bir tek ben neyi değiştirebilirim ki?” diye köşeye çekilmezdik. Sadece tek bir doz: Bir amaç sahibi olmak. Bu amaç doğrultusunda üzerimize örtülen o siyah ve karanlık örtünün etrafında ellerimizi birleştirebilmek…Binlerce elin o makus kaderi üzerimizden çekip sıyırmak için bir arada olduğunu görebilmek. Büyük değişimler küçük adımlarla başlar, demişler. Toplum olarak adım atamaz hale geldik; çünkü her birimiz birey olarak adım atmamayı yeğliyoruz. Unuttuğumuz bir şey var: “Bu toplumu bizler oluşturuyoruz. Her birimiz yapbozun parçalarından biriyiz.” Bir aralar bayağı bir merak sarmıştık yapbozlara (puzzle) Ünlü tabloların yapbozlarını masamızın üzerine yığıp haftalarca, bazen aylarca minik minik parçaları birleştirmeye çalışıyorduk. (Tamamlayabilenlerimiz tablo haline getirdi.) Tek koşulu var bu mutluluğa erebilmenin, hiç eksik parça bırakmayacaksın. İşte her birimiz bu yüzden önemliyiz. Birimizin yokluğu demek, görüntünün tamamen bozulması demek. Köşede olmuş, ortada olmuş, başta olmuş hiç fark etmez. Toplumsal düşüncenin içinde bir parça bireyselliğe ihtiyaç bu nedenle var. Ama biz varlığımızı ve toplumsal hayattaki varlığımız sayesinde değiştirebileceklerimizi çok küçümsüyoruz. Bizden öncekiler bizim kadar tutuk olsaydı ne olurduk, oturup düşünmekte fayda var.
Yaya geçidi olmayan işlek bir otobanda karşıdan karşıya geçmeye çalışan yayaların huzursuzluğunu taşıyoruz içimizde. İçinde yaşadığımız çağ büyük tonajlı araçlar gibi yanımızdan süratle geçerken biz varlığımızı korumaya çalışıyoruz. İşte o tek dozu alsaydık, böyle bir kâbusun içinde olmazdık: “Herkese iyi gelecek, geleceğin daha iyi bir yer olmasına katkı sağlayacak bir ideale sahip olmak.” Bakıyorum, hepimiz kendi zorluklarımızın, kendi mücadelemizin derdine düşmüşüz. Bu şekilde kurtuluş mümkün mü bu cendereden? İmkânsız. Bizden öncekilerin her seferinde ayağa kalkmalarının yegâne sebebi ortak bir ideale sahip olmalarıydı. Kimisi gücünün yettiği oranda, kimisi de gücünü aşan işler yapmayı bu sayede başarmadı mı? Sonuçlarını göremeseler bile gelecek güzel günlerin hayaliyle bir ömür boyu özveriyle çalışan ninelerimiz, dedelerimiz olmasaydı şu an ne halde olurduk acaba? Bunun değerini bilmiyoruz; eğer bilseydik bize aşılanan idealleri bizden sonrakilere taşımayı bilirdik. İçine düştüğümüz en büyük toplumsal tehlike bu. En önemli ikinci tehlike de toplumun hafızası olan, belli bir yaşın üzerindekilerin gönüllü olarak toplumsal hayattan el çekmeleri; gelecek için mücadeleye devam edebilecekken bir köşeye çekilip ölümü beklemeleri. Bunca yeni yetişen gence kim rehberlik edecek? Kabuğuna çekilerek, “Bizden geçti,” demek sorumluluktan kaçmak olmuyor mu? Bizler idealist olmazsak gençlerimizin idealist olmasını nasıl bekleyeceğiz? Tek derdimizin içimizdeki sıkıntıyı bertaraf etmek olamayacağı sorunlu bir dönemden geçiyoruz. Özellikle orta yaşlarını aşmış olanlarımız daha sebatkar, daha idealist olmak zorunda. Gençlerimiz zaten bambaşka çeldiricilerin etkisi altındalar. Onlara kol kanat gerebilmek için önce yaşını başını almış olanlarımızın ellerini taşın altına koyması gerekiyor. Hiçbir şey başka türlü düzelmez, istediğimiz kadar yakınalım, istediğimiz kadar karanlığa küfredelim. Özellikle ileri yetişkinler toplumun birleştirici gücü olmak zorunda. Bu gaye ile toplumsal fayda ilkemizi yeniden raftan çıkartmalıyız. Geçmişin birçok yoksul ulusu bu sayede ayağa kalktı, yeniden yapılandı. Mesela Japonya halkı savaş sonrası büyük yıkıma rağmen çalışkanlık, tasarruf ve kolektif sorumluluk kültürüyle yeniden ayağa kalktı. İleri yetişkinlerin yön verici ve kültürel rehber olmaları sayesinde tüm mücadele tek bir yumruk halini aldı. Aynı mücadeleyi Kurtuluş Savaşı’nda bizim ileri yetişkinlerimiz hem cephede hem de cephe gerisinde kritik roller üstlenerek verdiler. Belki isimleri öne çıkmadı; ama gençlere lojistik destek vererek (özellikle cephe........